Utancını gururla masaya koydu kız!
-“hayır! Gidemezsin bir yere!” diyerek. Devam etti
-“Sen! Tanıştığımız günden beri saçma hayallerin peşindesin, olmayan bir yere gitmek, görmediğin bir yerde mutluluk peşindesin! Benim vaktimi boşa harcıyorsun! Senin yüzünden adım Isabelle kaldı!”
Deniz kenarında bir çay bahçesinin gözlerden en uzaktaki masasında denize en yakın yerde iki kişilik masada karşı karşıya oturuyorlardı. Esteban, Isabelle’in suratına bile bakmıyordu. Gözleri uzak ufuklarda gün batımındaydı. Belki o çok istediği El Dorado yolunu gösterecekti ona güneş! Altın Şehir, yüz yıllarca İspanyol misyonerler, maceraperestler ve haber alınamayan tüm define avcıları tarafından aranmış ama bulunamamıştı.
Çayından bir yudum aldı. Çukurova’nın güneşinde bronzlaşmış teni, gözlerinin önüne gelen saçları ve simsiyah gözleri vardı. Bardağı masaya sakince bıraktı, elleri ile saçlarını geriye doğru atarken birden sinirle ayağa kalktı!
-“ben buyum kızım!” yere düşen sandalye insanların dikkatlerini üzerlerine çekmişti. Aldırmıyordu kimseye! Yıllarca aldırmamıştı. İnsanlar ona gülerken o Altın Şehrin varlığını savunmuş ve bir gün mutlaka gideceğini söylemişti. Büyük dedesinin Osmanlıca yazdığı not defterinden okumuştu. Bir kere hissediyordu, şehir oradaydı ve onun gelmesi için kapılarını sımsıkı kapalı tutuyordu. Adı üstünde altından yapılmış bir şehir. El Dorado!
Cebinden iki bilet çıkararak masaya fırlattı!
-“benimle geliyor musun gelmiyor musun!” dediği esnada rüzgâr biletleri havalandırdı. Isabelle bir tanesini yakalamayı başardı ama diğer bilet masaların arasından çoktan gökyüzüne yükseldi. Estaban biletin beşinden koşarken Isabelle ister istemez gülüyordu!
-“bak işte allahın sopası yok, olmayan bir işin peşinden koştuğunu sana göstermek istiyor.” Dedi. Esteban boş bir sandalyeye oradan da masaya basarak havadaki bileti yakaladı!
Yakalaması ile birlikte garson çocuğun yanında bitmesi bir oldu.
-“Esteban Abi hayırdır bir durum mu var?”
-“yok Ciğerim!” dedi ve garson çocuğun papyonunu gördükten sonra gülmeye başladı.
-“abi ne olur gülme! N’apim ekmek parası. Patron takın dedi ben de taktım” dedi ağlamaklı bir hali vardı.
-“yok be oğlum çok yakışmış. Maaşallah çok güzel olmuşun.”
-“Essah mı diyon Abi”
-“Hee lan valla beğendim”
-“abi Isabelle Yenge bakıyor”
-“tamam Ciğerim”
Masaya dönerken, eliyle sıkı sıkı tutuyordu bileti.
-“yürü gidiyoruz!” dedi. O esnada garson çocuğa dönerek bağırdı,
-“Şşşşt Penguen hesap bende…”
Esteban, kararlıydı önünde kimse duramazdı, Isabelle’in bileğinden yakalamış, neredeyse sürükleyerek götürüyordu.
-“yahu bir dur! Nereye gidiyoruz?”
-“Limana gidiyoruz Isabelle! El Dorado bizi bekliyor!” demesi ile beraber isabelle kendini topladı. Esteban’ın ellerinden iterek
-“Yeter be! Dur!” diye bağırdı.
-“Ne oluyor kızım daha yola çıkmadan isyan ettin! Gemide isyancılara ne yaparlar biliyor musun sen? Önce…”
-“bana bak Sadık! Öncelikle bana Isabelle deyip durma sana kaç kere söyledim benim adım Sibel! İkincisi, geçen ay da beni böyle çekerek kolumdan limana götürdün! Sonra gemi beni tutar diyerek gemiye binmedin! Ve sonuncusu bu biletler gemi değil otobüs bileti, yani limana gitmemizin bir anlamı yok! Kimden aldın sen bu biletleri?”
-“Simsar Hayri verdi al Esteban, Altınşehire iki biletim var dedi bende aldım.”
-“Aferin sana! Geri zekâlı kimsenin bilmediği, daha varlığı belli olmayan bir yere Kamil Koç mu gidiyor?”
-“ne var kızım macera oradan sora sora buluruz, Allah Allah!”
-“allah sana akıl fikir versin Esteban Efendi! Aklın kendine gelince beni ara” diyerek sinirli adımlarla oradan ayrıldı.
Isabelle’in arkasından bakmadı yine denize döndü, elinde Altın Şehir biletleri, bir gün batımına bir biletlere baktı. Avuçları içerisinde sıkarak küçülttü biletleri! Sinirinden fırlatıp attı. Evine giderken önce Hayri’ye kafa göz dalmak geçti içinden. Sonra vazgeçti, eve girer girmez tavan arasındaki odasına gitti. Duvarda haritalar üzerinde Osmanlıca yazılar, oklar açıklamalar. Çalışma masasının yanında büyükçe, Osmanlıca bir dünya küresi, üzerindeki duvarda kocaman işlemeli, üzerinde Osmanlıca yazılar bulunan bir kılıç bulunuyordu. Dolabının arkasında gizli bir boşlukta bulunan kutusunu çıkardı. Gül ağacından yapılma üzerinde Osmanlıca işleme “Sadık Âlem-i Yabende” yazıyordu. Dünya Kâşifi Sadık…
1571 yılında Osmanlı Venedik deniz savaşında Venediklilerin eline esir olarak düşen levendlerden biriydi Esteban’ın büyük dedelerinden biri. İspanyollara esir diye satılan ve kendini gemilerde kürek mahkûmu olarak bulan. Daha sonraları Amerika’da yeni bir yaşamla devam eden inanması güç bir yaşam öyküsü vardı. Eninde sonunda vatana döndüğünde daha acı dolu günler ve savaşlar yaşamış bir aileydi. Soyadı kanunu çıktığı zaman Yabende soyadını almışlardı. Babası geçim derdinde olduğundan Esteban’ı dedesi büyütmüştü. İlk ondan dinlemişti El Dorado’nun hikâyesini. O günden beri dedesi ile oyunları hep Altın Şehri bulmak üzerine olmuştu. Dedesi ona haritalar hazırlar, bahçeye gömdüğü defineleri bulmasını zevkle izlerdi.
Boğaziçi üniversitesi Osmanlı dili ve edebiyatı bölümünden iyi bir filolog olarak derece ile mezun olmuştu. Gelen iş tekliflerini elinin tersiyle itmiş Altın Şehire gitmenin yollarını aramaya koyulmuştu. İlk denemesini mezun olduğu yıllarda yapmıştı. Fakat ne yazık ki gittiği yer altın şehir değil Göbekli Tepe olmuştu.
Küçükken çocukların hayal kahramanları olurdu, çoğu arkadaşı Süpermen ya da Örümcek Adam karikatürleri okurken o Indiana Jones kitapları okurdu. Hatta bir dergiden çıkan posteri hala kapısının arkasında asılı durur. Dedesi üniversite mezuniyetinde ona bu sevgisi sebebiyle bir kamçı hediye etmişti.
Sırt çantasını buldu eline gelen eşyaları özensizce adeta teperek çantasına tıkıştırdı. Kütüphanesindeki kitapları devirerek pusulasını buldu. Arada bir takılıyordu pusula camına işaret parmağı ile bir iki kere tıklaması gerekiyordu. Kendine göre kuzey olarak düşündüğü noktayı gösterince pusulanın çalıştığına ikna oldu.
Güneş artık görünmüyordu ama ardından bıraktığı altın sarısı, pembe, mavi, mor renkler bir yandan yıldızlar onu bir an olsun duraklatmıştı. Yatağına uzandı, güzel manzaranın ve hafif meltemin tadını çıkarmak istercesine pencereyi sonuna kadar açtı. Aklında tek bir plan vardı. Ne olursa olsun El Dorado’ya, değil gemi gerekirse yürüyecek ama gidecekti.
Ilık ova rüzgarı onun yanağını okşarken biraz kestirebilirim diye düşündü. Rüyasında pala bıyıklı bir yeniçeri kılıcını güney Amerika kıtasına saplıyor
-“ya Allah Bismillah” diye bağırıyordu. Yeniçerinin arkasından yükselen bir toz bulutu giderek büyüyordu. Dikkatli bakınca en önde bir atlının olduğunu zar zor görüyordu. Toz bulutu giderek büyüyor, atlı giderek yaklaşıyordu. Yaklaştıkça atlı daha bir belirginleşiyordu. İlk dikkatini çeken atın altın bir boynuzunun olduğuydu. Bu esnada kum fırtınası onu çoktan içine almıştı, göz gözü görmüyor, fırtınan şiddeti kulakları sağır ediyordu. Derken birden bire bir ışık parladı. Gözüne kum girmesin diye eli ile yüzünü sıkı sıkı kapatmış olsa dahi bu ışığı görebiliyordu. Birden bire bir sessizlik oldu. Rüzgar esmiyordu, ellerini sıkı sıkı kapattığı yüzünden çekti. Üstünden başından kum akıyordu. Kendini And dağlarının tepesinde buldu. Gözlerini açtığında karşısında İsabelle’i buldu. Kollarını ona açmış bekliyor ve altın gibi parlıyordu. Şaşkınlık ile koşarak ona doğru koştu ama bir türlü yanına varamıyordu.
-“Estebaaaan…” diye bağırdı İsabelle.
-“kızım iki yerinde dur be! Öldüm koşmaktan!” deyiverdi Esteban. O esnada karşısına dev bir yılan belirdi. Hemen kamçısına sarıldı! Korkmuyordu yılandan ama dev bir yılan akıl alacak gibi değildi. Isabelle ile arasında bir duvar oluşturuyor. Kapkara parlak gözleri ile ona bakıyordu. Kırbacını yılanın burnuna doğru sallaması ile beraber yılan boylu boyunca kocaman bir nehre dönüştü.
Küçükken boğulma tehlikesi geçirdiği için ne denizi, ne taşıtlarını, ne de yüzmesini severdi. Suyun içinde çırpınırken altın boynuzlu at yeniden belirdi. Suyun üzerinde koşuyordu. Kamçısı ile atı boynundan yakaladı. Tam atın sırtına çıktığı anda ufukta altın kuleleri ile El Dorado’yu gördü. Gözlerine inanamadı, sevinçten ağlarken Allaha şükürler ediyordu. Fakat birden bire at kafasını Esteban’a çevirerek konuşmaya başladı.
-“Sadık, hadi oğul kalk artık sabah oldu…”
Şok ile uyandı uykusundan uyanırken üstünü başını kontrol etti. Etrafına şaşırmış gözlerle bakıyordu.
-“anane! Niye beni uyandırıyorsun! Tam da…”
-“yine mi Altın Şehir be çocuğum!” diye lafını kesti ananesi.
-“Evet anane! Altın şehir! Öleceğimi bilsem de, bulana kadar asla vazgeçmeyeceğim! Gidiyorum ben!” diyerek yerde duran çantasını kaptığı gibi evden çıktı. Ayakları onu dos doğru İsabelle’in evine doğru götürdü. Nohut büyüklüğünde bir iki taş buldu. Çocukluklarından beri ona geldiğini bu taşları cama atarak gösterirdi.
-“Şşşşt! İsabelle…”
İkinci taşı daha hızlı attı cama.
-“Şşşşt Kızım, kalksana lan! Kütük gibi uyunur mu?”
Üçüncü taşı var gücü ile attı. ne cama çıkan babasına ne de inen cam ve çerçeveye aldırmadı.
-“N’oluyor lan orda!”
-“benim Emin amca sorun yok, taşı biraz hızlı attım sanırım. İsabelle yok mu?
-“oğlum allah sana akıl fikir versin! Telefonunuz yok mu sizin! Ara, mesaj at! Camdan çerçeveden ne istiyon?”
-“pardon Emin amca”
-“gerizekalı” dedi sessizce pencereden ayrılırken hala söyleniyordu.
-“ne oldu Emin Bey” dedi karısı. Sinirle ona dönerek
-“senin salak kızının salak nişanlısı camı çerçeveyi indirdi olan bu!”
-“çocuk bunlar olur öyle şeyler diyerek pencereye koştu.
-“sadık oğlum gel çay koyduk, Sibel fırına gitti gelir birazdan” diyecekti aşağıda kimseyi göremedi. Koşarak bahçeye indi kapıda üzerinde İsabelle yazan zarfı buldu. Açıp okumak istedi ama kızının mahremiyetine önem veriyordu. Ne yapacağını şaşırmış bir şekilde zarfa boş boş bakarken,
-“o ne anne sevgilinden gizli mektup mu gelmiş?” diyerek kıkırdadı.
-“yok kızım benim değil senin sevgilinden gelmiş!” diyerek mektubu suratına attı. aslında merakından ölecekti. Kızları ile şakalaşır ama çok yüz göz olmazdı.
-“İsabelle heyecan ile mektubu yırtarak açtı. Altın sarısı bilet rüzgar ile birlikte döne döne yere doğru giderken Esteban’ın yazdığı satırları okuyordu.
Sevgilim Isabelle;
Sen bu satırları okurken ben yolculuğumuz için hazırlık yapmaya gidiyorum. Yanına ağır şeyler alma. Alırsan kendin taşırsın bunu bilesin. Seni yarın akşam otogarda bekleyeceğim mutlaka gel. Nikâhımızı Altın Şehirde yapacağız tarihin kalıntıları ve tüm yerliler bizlere şahitlik edecek. Sen seni oyalamadığımı görecek, bense Altın Şehrin varlığını tüm dünyaya kanıtlayacağım.
Otogarda görüşmek üzere.
Sevgilin Esteban.
(Not: kalın giyin, yağmurluk al)
Isabelle sinirinden deliye dönmüştü! Yukarıya çıkarak cep telefonunu aldı. Rehberde ilk numara “aşkım” yazıyordu aradı ama aradığı kişiye ulaşamadı! Sinirli adımlarla aşağıya indi babasının görmez tarafından gidiyorum geleceğim dedi el işaretleri ile. Sinirle koşarak çıktı ilk gördüğü taksiye bindi!
-“Çay bahçesine, hemen!” dedi.
-“Isabelle yenge hoş geldin” dedi taksici Fuat.
-“başlarım yengene de Isabelle’ine de. Bak önüne!” diyerek çıkıştı. Fuat kavgalı bir durum olduğunu anladı insanlık hali olur böyle şeyler Esteban iyi çocuktur diyecek oldu ama aynadan Isabelle’e bakınca konuşmamayı tercih etti.
Cep telefonunu çıkardı!
“Sadık çay bahçesinde yoksun! Telefonun kapalı, neredesin hemen beni ara!!!!!” yazdı.
Evine gitti… Ananesi buyur etti,
-“çay koydum kızım gel buyur, Sadık birazdan gelir” dedi…
Saatler olmuştu ne gelen var ne giden bin bir cevapsız arama ve mesajdan sonra Isabelle umutsuzluğa kapılmıştı. Karakola gitti komiser iki yan evde oturuyordu. Ailecek tanıştıklarından çok rahattı.
-“Hulusi Abi Sadık…” dedi konuşamıyordu ağlamaya başlamıştı.
-“içimde bir şeylerin eksikliğini hissediyorum kesin başına bir şeyler geldi! Telefonu da kapalı! Ne yapacağımı bilmiyorum!” diyerek elleri ile yüzünü kapayarak ağlamasının şiddetini artırdı.
-“endişelenme kızım, buluruz. Biryerlerdedir hadi sen evine git, akşamüzeri geçerken uğrarım, evdekilere selamlar” diyerek onu sakinleştirdi ve evine gönderdi.
Isabelle biliyordu. Sevgilisini yeteri kadar iyi tanımıştı ne yapıp ne edip bilinmezliğe gidecekti. Yoksa imkânı yoktu yıllardır aynı şeyleri yaşamışlardı ama Esteban hep çıkmıştı ortaya. Kendisine küçük bir çanta hazırlayıp sabahın ilk ışıkları ile otogara gidecek. Orada sevgilisinin elini bırakmamak üzere tutacaktı.
Akşam rüzgarlı bir otogar koşuşturmasının içinde değişik sesler ve kendi organik yapısında konuşmalar içerisinde uykusuz gözler ile sevgilisini arıyordu. Danışmada Altın Şehir otobüslerinin yerini sormuş ve orada Estebanı beklemeye koyulmuştu. İlk etapta kollarına atlamayacaktı. Valizi kafasına geçirecek, biraz nazlanacak, daha sonra her şey tatlıya bağlanınca evlerine gideceklerdi. Ama her ihtimale karşın onun hayallerini kırmamak için valizini hazırlamıştı. Gerekirse dünyanın son bulduğu noktaya kaç otobüs olursa olsun giderdi. Elindeki Altın bileti sıkıca tutuyordu.
“El Dorado’su batasıca” diye düşünüyordu. “Tüm arkadaşlarım birer ikişer evlenip barklanmışken biz El Dorado’ya gideceğiz hem de Kamil Koç ile!. Allah’ım sen bana akıl fikir ver yarabbiiim!” etrafa bakmadığı zamanlarda sürekli cep telefonunu kontrol ediyordu. Olur da iletildi raporu gelir ya da aramayı duymamıştır diye ama nafile.
Gözü karşı peronda yapılan asker uğurlamasına takılmıştı, zira hem eğlenceli hem de hayli gürültülü idi. Atılan silah seslerini duymamaya çalışsa da korkarak izliyordu. Koca koca adamların yaptığına bak! Bunlar gidip bide memleketi bekleyecek bizlerin güvenliğini sağlayacaklar diye içinden geçiriyordu. O sırada sırtına Türk bayrağını pelerin gibi bir çocuğu arkadaşları havaya atıp tutuyorlardı. En son atışlarında hayli yükseğe atmışlar ama çocuğu tutmamışlardı. Çocuk acı içinde yerde kıvranırken arkadaşlarının ona gülmesi ayrı bir ironiydi. Davul ve zurna asker uğurlamanın ötesinde anlamsız şarkılar çalarken koca koca adamların neyi kutladıkları daha bir anlaması güç geliyordu. Hani ağabeyleri askere gitmemiş olsa ve ya bu kültürün içinde yetişmese tüm durum daha bir anlamsız olacaktı.
Diğer bir yandan yolcu insanların koluna girerek evlerine gidecek insanları Urfa’ya, Antep’e yâda mardin’e göndermek için dil döken çığırtkanlar. Lehmajun diye bağıran seyyar satıcılar. Âşıklar, ayrılanlar kavuşanlar. Başlı başına ayrı bir hikâyeydi. Kafasını nereye çevirse değişik unsurlar, değişik koşullar vardı. Biliyordu ki onun yalnızlığı da ayrı bir hikâyeydi.
-“Isabelle Sevgilim!” diye bir ses duydu atılan silah seslerinin arasından. Sol elini kaldırmış sağ elinde çantası Esteban karşısında duruyordu. Elinden çantasını yere bıraktı. O esnada Isabelle’de çantasını bankta bırakarak ona doğru koşmaya başlamıştı.
“neden ben koşuyorum!” diye düşündü, uzun uzun düşünmüştü böyle nazlanma olmazdı. Arkasını döndü. Aradan geçen otuz saniyede davul zurna sesleri kesilmiş başka bir anlamda koşuşturma başlamıştı. Sanki her şey yavaş çekimde ilerliyordu.
Birinin -“yetişin adam vuruldu galiba!” demesi ile arkasını dönmesi bir oldu! Yerde sevgilisini kanlar içinde görünce çığlıklar içinde ona doğru koştu. Aklında hiç bir şey kalmamıştı. Kalabalığı yararak yerde yatan sevgilisinin elini tuttu. Başını dizlerine aldı. Ağlıyordu,
-“ambulaaaaaaans!” diye var gücü ile bağırdı. Etraflarında dairesel bir insan birikimi olmuştu.
-“ne bakıyosunuz be! Yardım edin” diye çaresizce bağırdı. Esteban titriyordu. Kurşun karnından girmişti. Elleri ile karnına bastırıyor diğer yandan sevgilisini telkin etmeye çalışıyordu.
Konuşması yavaş ve zorlanarak
-“İyiyim Isabelle korkma sevgilim! İnsan düğün gününde ağlar mı hiç” dedi. Kanlı elleri ile etraflarındaki kalabalığı gösterip
-“misafirlerimize ayıp oluyor, haydi ilk dansımızı yapalım” dedi. Olduğu yerde doğrulmaya çalıştı ama beceremedi. Elini yanağına Isabelle’in yanağına koyarak,
-“seni seviyorum!”
-“Ben güneşin oğlu esteban her yeni gün güneş ile doğarım ama şimdi biraz uyuyacağım sevgilim…” dedi sevgilisinin gözlerine bakmaya çalışıyordu. Diğer eli karnından akan kan ile kıp kırmızıydı. Yumruk yaptığı elindeki Altın bilet de kıpkırmızı olmuştu.
SON
Hikmet SAVATLI



