
Makarna tarifini nasıl verirdi?
Biz beş kardeştik… Hayatımızın başlangıcından beri hiç ayrılmadık. Sözde kardeş değil yürekten bağlıydık birbirimize, ayrılmamacasına; adeta yemin etmiştik ayrılmamaya. Bir gün ansızın gözlerimizi kapattılar. Kaçırdılar bizi yuvamızdan, o toprak kokan evimizden ayırdılar bizi. Evimizi özler olduk lakin ne geri dönebiliyorduk ne de bize ne olduğunu biliyorduk. Üşüyorduk, birlikte kuvvetliydik, başımıza gelenler bizi birbirimize daha bir yakınlaştırdı adeta. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz diye yemin ettik. Üşüdükçe sarıldık birbirimize, korkumuzu bir olarak yendik! Üstümüzde kötü eller gezindi ama bizi ayıramadılar.
Gaddar Chef buldu bizi…
Teker teker; oramızı buramızı sıkarak, hunharca, haince kopardı en sevdiğimiz kardeşimizi!
Tezgahın üzerindeki kesme tahtasına götürdü onu. Yüzünde anlamsızca bir gülümseme ile onun o mis gibi kokusunu içine çekti… Bizler kese kağıdına hapsolmuş domatesler olarak masa üzerinden onları izliyorduk! Dayanamadı en küçüğümüz, ağabey diyerek attı kendini ortaya… Döküldük masaya dört kardeş, yine her zaman ki gibi tek vücut ama bir eksik…
Aldırmadı bize, hızlıca bir bıçak darbesi ile göbeğinden boylu boyunca yardı ve bıraktı onu. Çekirdekleri görünüyor, suları akıyordu! İstemsiz hareketlerle bir müddet sallanıp durdu. O kadar rahattı ki, soğukkanlı katil; bıçağı kardeşimizin yanına bırakarak ocaktaki tavaların altını yakmaya gitmişti. Islık çalıyordu ve o ıslık bizleri birbirimize daha bir kenetliyor, kalplerimizin daha hızlı çarpmasına neden oluyordu.
O esnada iki diş sarımsağı, çığlıklarına aldırmadan, hızlı bıçak darbeleri ile kıydı! Zavallılar sevgiliydiler belki son bir defa sarılacak gibi oldular fakat Chef onlara mani oldu! Önce irice olandan başladı kıymaya, ötekine bizlere yaptığı gibi, yaptığı işten zevk alırcasına izlettirdi! Ve yine o ıslık…
Soğanı canlı canlı soydu, “hayır, yapma, dur!” Gözyaşı ve hıçkırıklarına aldırmadan zevk ile onu derisinden ayırdı. Kardeşimizin de canını aldığı bıçak ile acılarına son vereceğini sandık ama onu en küçük parçalarına ayırıncaya kadar durmadı. Gözünden bir kaç damla yaş gelse de bu onu durdurmadı.
Bu esnada tezgahın üzerindeki makarnalar, homurdanmaya başlamıştı. Kaçmak için bu fırsat diyerek tezgahtan aşağı doğru kendilerini bıraktılar!
Islık sesi kesilmişti, seri adımlarla yere düşmeden yakaladı onları. Paketin ağzını bıçak ile kesti, makarnalar heyecanlanmış, arenadaki gladyatörler gibi imparatorun kendilerini bırakacağı, parmağını havaya kaldıracağını düşündüler. İçlerinden biri “özgürlük” diye bağırarak kendini dışarı atsa da Chef işinde iyidir tek bir hamle ile onlarca makarnayı kaynayan tencereye atıverdi ve yine o ıslık…
Bu işi ilk defa yapmadığı belliydi.
Kesme tahtasında bulunan kardeşimizin cansız bedenine doğru yöneldiğinde, “dokunma” diye bağırdı ortanca kardeşimiz. Onun cansız bedenini alarak hızlıca rendeden geçirdi. Suları akıyor çekirdekleri rendeye yapışıyordu. Zavallı kardeşimiz, oysa içimizdeki en olgun domates oydu… Bir çöp kutusu oldu cansız kabuğunun sonu. Ben çiçekten yeni döndüğümde onun şimdi o çöp kutusunda cansız yatan kabuğuna koydum başımı, onun ısıydı beni hayata bağlayan. Gitti dağ gibi kardeşimiz…
Rendeden suyun iyice kaseye süzülmesini beklerken, ısınan tavaya zeytinyağını döktü. Zeytinyağı, imparator adına çalışan esir bir gladyatör gibiydi. Ege’nin deniz gören bir yerinde küçük bir zeytin tanesi olarak açmıştı gözlerini hayata. Hayatının baharında koparıldı ailesinden. O günden beri yaşadıkları tarifsiz olaylarla bir cam şişe içerisindeki esaretinin bitmesini bekler bir haldeydi.
Önce sarımsakları aldı kötü kalpli Chef! Kızgın zeytinyağı onu bir hamlede kendi tarafına çekti. Birbirlerine karıştılar ve bir olup soğanın bedeninden kalanlara aç köpek gibi saldırdılar! Soğan parçaları pembeleşince kardeşimizi de attı kızgın tavaya. Zavallının suları köpürdüğü esnada, Gaddar şef tavanın üzerindeki buharı ciğerlerine çekiyordu. Bir tutam tuz attı üzerlerine, belli ki yaptığı işten zevk almak, acı çekmelerini görmek hoşuna gidiyordu.
Ve yine o ıslık…
Makarnaları sudan çıkardı, cansız bedenleri hafif diri kalmışlardı. Onları da tavaya bıraktı. Keyifle izliyordu, tavayı sallayarak az önce eklediği salça ile o diri bedenlerini iyice öldürmek istiyordu!
Kana susamış bir diktatörün arenada yaşattığı vahşeti yaşatıyor ve bunu zevkle yapıyordu! Kulaklarımızı sağır eden ıslığı ve elindeki bıçağı ile mutfaktaki karın deşen Jack gibiydi. Ateşi kapattığında dualarımız kardeşimiz içindi.
Cansız bedenlerini bir tabağa özenle koyarken gözlerindeki keskin bakış onun ne kadar korkunç olduğunun ispatıydı. Peynir parçacıkları ekledi, hepsinin üzerine ölmeyen kaldıysa kaşar eriyerek onun dakikalarca yaptığı işi daha acılı olmasını sağlayacaktı. Elindeki peçete ile iki tabağın etrafını titizlikle temizlerken iki tabağın üzerine cenazeye gelen çiçekler gibi üçer fesleğen yaprağı bıraktı.
Afiyet olsun…