
Bugün günlerden… Mühim değil!
Şu an saat… Ne önemi var!
Tarifsiz duygularla çevrili, adını söylemeye korktuğum sularla çevrili ıssız bir adadayım. Hangi gün, saat ve nerede olduğumu hatırlayamayacak kadar bitkinim. Sabahın ilk saatleri, etraf son derece sessiz!
Adı dilimin ucunda olmasına karşın şu an söyleyemediğim sık ağaçlar ile bıçak gibi kesilmiş bir kumsalda bir başıma, dalgaların bana doğru gelmesine ses etmiyorum. Denizden esen rüzgarın göğsümü delip geçmesine, kumun gözlerime girmesine ses etmiyorum.
Elim karıncalanıyor bir an! Karıncalanan elime baktığımda üzerinde yürüyen karıncalara aldırmıyorum. Bırakıyorum…
Güneş yanıklarından muzdarip bedenim, yılan gibi değiştirmiş derileri, yakmıyor artık kızgın güneşin yanıkları canımı. Suyun tuzu az geliyor, kapanmayan yaralarıma. Kana kana içiyorum da susuzluğum dinmiyor.
Dalgaların ayaklarımı gıdıklamasını önemsemiyorum. Üstümün başımın paralanmışlığını önemsemediğim gibi. İçimde volkanlar patlamasına karşın, üşüyorum!
Gitmediğim yerlerine bile on yüz bin kere gittiğim adanın etrafını gezmeyeli bir hayli oldu. Usulca doğruluyorum yerimden. Adanın ve yalnızlığın sırtıma koyduğu kamburu atarcasına geriliyorum. Elimdeki sopayı yere sürüterek yavaş adımlarla ilerliyorum. Arkamdaki ayak izlerim bir bir siliniyor. Sanki hiç orada yokmuşum, hiç orada yürümemişim gibi. Ayak tabanlarım acımıyor artık, insan içinde bulunduğu şartlara çok çabuk uyum sağlıyor.
Uzaktan bir gemi geçiyor…
Eskiden olsa avazım çıktığı kadar, gırtlak patlatırcasına bağırır, koşarak sahilde biriktirdiğim odunları yakardım! Elimdeki meşale ile
-“kurtarın beni!” diye bağırırdım. Oralı olmuyorum bile, yoluma devam ediyorum. Çoğu gece ateş bile yakmadığımı anımsıyorum. Karanlığın içinde, bir ağacın dibinde gözlerim kapanana kadar öylece oturuyorum. Ada da vahşi bir hayvan olsa bu güne kadar karşılaşırdık zaten. Yengeç gibi kuma gömülerek uyuyorum çoğu zaman…
işte! Buraya geldiğimden beri şurada duran, içine deniz hayvanlarının girip çıktığı içi oyuk ağaç. Onu hemen geçince hatırlamadığım bir zaman önce sinirlenerek attığım taş. Her ne kadar üzeri kumla kapanmış olsa da ben ucundan biliyorum onu. Arada sırada gelen dalgalar beni kuma batırıyor olsa da yoluma devam ediyorum. Kumsalın sonuna yaklaşıyorum kayalık ve taşlık bir bölge var burada yürümek hemen hemen imkansız, en kolayı denize girip yüzerek kayalıkların arkasında bulunan kumsala doğru geçmek.
Denizin içindeki kayalıkların yerini adımdan daha iyi biliyorum, hangisi keskin hangisinin üzeri yosun kaplı, hangisinde dinlenebilir gözü kapalı tek tek biliyorum. su soğuk mu sıcak mı anlamıyorum artık, sadece orada olduğunu bile bile kendimi, onun kaldırma kuvvetine bırakıyorum. Kurbağalama yüzerek kayalıklardan uzaklaşarak derinleşen yerde adanın arkasına doğru yüzüyorum. Birazdan öteki tarafın aynısı olan kumsal görünecek, yine adını bilmediğim bir dizi ağaç, beyaz ince kum. Kumsala hemen gelmeden kayalar dalgaların da etkisi ile daha da sivrilmiş olduğundan biraz daha yüzüyorum. Yanımdan yönümden balıklar geçiyor, sanki orada yokmuşum, suyun bir parçasıymışım gibi hareket ediyorlar. Kendimi içimden geçmiş olamayacaklarına inandırmaya çalışıyorum!
Karaya çıktığımda avucum ile önüme su atıyorum, nedensiz hareketlerim olmuyor değil, belki de suyun damlalar halinde havada süzülmesini ve yerde yaylanarak kumla kucaklaşmasını seyretmeyi seviyorum. Kum sana göre sıcak olabilir ama bana göre bir his uyandırmıyor. Kumsal üzerinde bir hareketlilik yok…
Boynu bükük eğri ağaç yerinde duruyor, alabildiğince deniz kum ve güneş sağ tarafımda kalırken sol tarafımda yüksek kayalıklar vardı. Önümde sık ağaçlardan yeşil bir orman bulunmasına karşın arkamda sadece deniz vardı.
Zaman zaman sesler duyuyorum, sanki biri benim adımı çağırıyormuş gibi gelmesine karşın, dalga sesleri, yaprak sesleri, kendi kalp atışlarım hepsi birbirine karışıyordu. Dönüp arkama baktığımda deniz ayak izlerimi her zamanki temizliği ile çoktan silmişti.
İşte uzun bir zaman önce gövdesine X işareti koyduğum ağaç! Kaybolmamak için yapılan basit bir yöntem. Nerede olduğunu keşfet! Sahil boyunca yürü, senden başka birilerinin olup olmadığını kontrol et. Sahil boyunca bir iskele, bir ev ya da bir insan görme olasılığın bilmediğin bir adada vahşi hayvanlarla dolu bir adada ormanın içine girmenden daha mantıklı gelmişti o zaman!
İkinci olarak, ilk adımda sonuç alamazsan yüksekçe bir yerlere çıkmalısın. Bu önceleri fazla risk almamak için sahil tarafında bulunduğun yere yakın bir ağaç olacaktır. Oradan durum değerlendirmesi yapabilmek için bulunduğun konumdan daha yüksek neresi varsa oraya çıkmalısın ki genel görünümü yakalayabilesin.
Elimdeki sopayı tuttuğum yerinden sıkıyorum; sanki bu adaya düşmemin sebebi oymuşçasına, hınçla, boğazını sıkarcasına sıkıyorum. Ne benim elim ne de onun canı acıyor, yürümeye devam ederken yoklama almaya devam ediyorum. Bir balık karaya vurmuş, doğada onun üzerinden nasiplenen canlılar başına üşüşmüş. Hayat diyorum, bir noktaya kadar değil son noktaya kadar eko sistemin bir parçasısın.
Doğuyorsun, bir noktaya kadar etrafındaki canlılar ile beslenirken, ölümünle başka canlıların yemi oluveriyorsun. Yaşam seni tümüyle sömürene, kemiklerindeki iliği senden alana kadar bu böyle devam ediyor. O noktada her şey bitiyor gibi gelmesine karşın müzelerde sergilenen fosilleri unutuyor insan. Maddenin varlığına inanıyorsan o halinde de hayatın bir parçası olacağın hiç kimsenin aklına gelmiyor.
Güneş tepemde yükselmeye devam ederken ben kayalık kumsalının sonuna doğru gelmek üzereyim. Buradan adanın iç taraflarına gideceğim. Adanın sevmediğim yerleri buralar. Bir zaman önce bu adadan kurtulmanın imkansız olduğunu anladığım günlerdi…
Yaşadığım bu süreçte geldiğim noktada son kullanma tarihi belli olmayan bedenimi sonsuzlukla mühürlemek, acılarımı bir nebze olsun dindirmek istediğimi hatırlıyorum. İçine sığabileceğim büyük bir çukur kazdım, altına taşıyabileceğim ağırlıkta boyları aynı olan ağaç dallarını, yine ağaç kabuklarından yaptığım ip ile bağlayarak yerleştirdim. Kendi mezarını kazma ironisi bir tarafta, kendi tabutunu yapmak bir tarafa, kişinin kendi cenazesine gelmesi ayrı bir tarafta. Mezarın içine girdiğimde, başımın iki tarafında göğe uzanan uzunca iki ağaç ve sağ alt tarafta sağ dizimin sağında bir ağaç daha vardı. Üzerimde masmavi bir gökyüzü, belirli belirsiz yıldızların yeri ve dalga sesleri vardı. o gün sanki o üç ağacın tuttuğu çatısı gök kubbe olan bir ev gibi geldi bana. Kapattım gözlerimi…
Bedenim tek başına kendi kazdığım mezarda, kendi yaptığım tabutun üstünde dururken ben adeta o üç ağacın yanında dördüncü ağaç olmuş gök kubbeyi sırtlamış ve bir çatı altında olduğumu hissetmiştim. Mezar içinde çaresizlikle kendini koyuveren adamın ben olduğuma inanmak istememiştim. Yüzümde mutlu bir ifade belirdi belli belirsiz! Huzurlu göründüm bir an, dua da bilmezdim ki bir hayır duası okuyayım.
Bildiğim dilde yakardım tanrıya, beni affet ama bu sınamalardan geçemeyeceğim. Bana verdiğin bu bedeni, benim için yarattığın bu dünyada, sırtıma yüklediğin tonla dert ile kaldırmam mümkün değil! Kırılma noktası bu gün bu mezara giren bedenimin çaresiz yattığı andır dedim. Orada bulunan bir kaya üzerine adımı ve soyadımı yazmışım. Hani bir umut birisi gelip çaresiz bedenimi bulur ise en azından kim olduğum bilinsin istemişim.
Kendi bedenimin üzerine çiçekler koydum hayalimde. Adını bilmediğim çiçekler! Gece simsiyah bir çarşaf gibi üzerimizi örterken gökyüzündeki yıldızlar öyle bir parladı ki hayalim bedenimin içinde nefes nefese uyandı.
Can havli ile çıktım mezarımın içinden, boş mezar içerden değil ama dışarıdan korkunç görünüyordu. Etrafımdaki ağaçlara, gökyüzüne ve yıldızlara baktığımı hatırlıyorum. Uzunca bir süre mezarımın yanındaki ağaçların birinin dibinde uzandım. Dünyadan evrenin gözümün görebildiği noktasına kadar bakıp kendimce düşündüm.
“ben ne kadar küçüğüm!” dedim. Bu evrende bir kum tanesiyim aslında, o kadar küçüğüm ki, nerede olduğum ve ya ne yaptığım kimseyi ilgilendirmeyecek kadar küçük…
Gecenin sessiz karanlığında, kendim için kazdığım o mezardan yeniden dirilerek uyandım. Kutup yıldızını gördüğümü ve bir takımyıldızı gördüğümü hatırlıyorum. Ada havasını ciğerlerime çektiğimde gidebileceğim noktaya kadar gidebilirim diyeli belki yıllar oldu.
İşte belki yıllar sonra yeniden mezarımın başındayım, geçen onca zamandan sonra kazdığım çukur kula kapanmış içine yapraklar birikmiş olarak buldum. Adımı yazdığım taştaki yazım solmuş, üzerini sarmaşıklar kaplamıştı. Demek ki burada bulunsam kim olduğum anlaşılamayacaktı belki de. Adanın bu kısmını kendimle yüzleşmemek için uzun zamandır gelmediğimden ötürü bit kere daha gezdim. Doğa çarklarını çevirmiş ve evrim kendi süreci içerisinde yaşamını sürdürmeye devam etmişti.
Doğa ile iç içe yaşamalı aslında insan, bir nevi doğanın bir parçası, başka bir koldan doğanın kendisi olduğunu anlaması biraz daha sürecek. Bunun bilincine varması ile birlikte tanrının yarattığı uyuma karşı gelmeyip, kendini akışına bıraktığında kendisinin değil aslında doğanın daha güçlü olduğunu ve hayatın onun içinde var olduğunu anlaması pek de kısa sürmeyecek.
Düşün bir kere bir sarmaşık, etrafına sen müsaade ettikçe sarılıyor ve kendi yolunu ve yaşam tarzını bir şekilde idame ettiriyor. Onu topraktan çıktıktan sonra ip üzerinde ehlîleştiren insanoğlu, onu istediği yere sarılması konusunda teşvik ediyor. Sarmaşığı teşvik ediyor etmesine de kendini edemiyor.
Sarılmak ne güzel şeydi diye iç geçiriyorum, tonla yalnızlığın içerisinde ağaçlara sarıldığım günler geliyor aklıma. İnsanın ruhunu beslemesi gerektiğini, bedeninden ziyade ruha bakması gerektiğine daha çok inancım artıyor. Sallı soplu kurulan sofralarda, önce gözünü doyuran insanın ruhunu o yemeğin sohbeti doyurur.
Ormanın içi karanlık, sakin ama hedefe giden adımlar ile yolumdan sapmadan yürüyorum. Adanın mevcut en yüksek tepesine çıkacağım ve yine yıllardır gördüğüm görüntüleri zihnimdeki görüntüler ile karşılaştıracağım. Geçmişte yolumu kaybetmemek için koyduğum işaretler ile karşılaşıyorum, o günlerimdeki çaresizliği anımsadıkça saçma sapan bir gülümseme beliriyor yüzümde ve ben buna aldırmıyorum. Koşar adım geçtiğim bu yoldan sakinlikle ilerliyorum, gideceğim yeri ve beni neyin beklediğini biliyorum. az ileride yıllar evvel bu adaya düşmüş bir uçak enkazı olacak, belki geceyi orada geçiririm diyorum.
Uçağı bulduğum zamanki sevincimi hatırlıyorum, ritmi hızlanan kalbimi önce dizginliyor daha sonra normale döndürüyorum. İçinde yiyecek ya da telsiz olabilir diye düşünmüştüm ama tek pervaneli bir gezi uçağıydı, telsizi çalışmıyordu ve içinde yemek yoktu. Pilotun matarasında bıraktığı votkayı uzun zaman önce içtiğimden uçaktaki tamir takımından başka kullanacak bir şey bulamamıştım. Burası kumsala uzaktı, uçak içerisinde taşınması kolay olan her parçayı dökmüş, elimden geldiğince kendi yaşadığım yere götürmüştüm. Şimdi düşünüyorum da neden iki koltuğu birden söktüğümü hala anlayabilmiş değilim.
Umut herhalde… İnsanın içinde her dem yeşil küçük bir filiz! Belki biri gelecekti bu adaya ve biz onunla orada oturacaktık. Anılarımızı, dertlerimizi paylaşacak, bu adadan kurtulmak üzere planlar yapacaktık! Olmadı…
Tepeye vardığımda gün batımını yakalamıştım, güneş her zamanki gibi renkli ışıkları ile denizin içine doğru batıyordu. Sanki onca ateşin kudretini söndürecekmişçesine deniz onun battığı yere doğru köpürüyordu. Bu adadaki kaçıncı günüm bilmiyorum. Belki bu adada kimse tarafından bulunmayarak yok olup, tanıdığım beyinlerdeki bir anı, birinin cüzdanında eski bir resim olup gideceğim.
Normaldir aslında eski resimler gibi kala kalmak, anıları zorlamak, hatırlanmak. Sonuçta resmin basıldığı kağıt eskirken sen gençleşmiyorsun. Bilgisayardaki resminin bile eskiden yeniye çözünürlüğü değişirken senin hayattaki çözünürlüğün de fazlalaşıyor.
Adanın en yüksek yerinde kumsaldaki bir taş tanesi gibi etrafı denizden başka bir şey ile çevirili olmayan. Adını bilmediğim bir ada burası. Bu üzerinde oturduğum taş ve onun yapısı nedir?
Kim bilir belki de o taş “ben” imdir. Bu adanın bir parçası olduysam eğer adanın ruhu benim ruhum ile karışmış ve bu kimsesiz ada üzerinden evren ile bir olmuşsam, neden olmayayım ki? rüzgar nasıl beni delip geçiyorsa, denizdeki balıklar nasıl içimden geçmiş hissi yaratıyorsa, bende adanın doğası gibi kendimi yeniliyorsam; yontuyorsam kendimi, bulunduğum yere uyum sağlamak için, yaşamak için…
Umutlarımı yitirmiş olsam dahi bu adadan gitmek üzerine hayata dâhi umutlarımı yitirmediğimin bilincine varmak keyfimi yerine getiriyor. Aslında çok zor değil, hayattan öylesine bir fırt çekeceksin, şöyle alelade bi yerde ayaküstü bir konumda. Hani iki iş arasında bi deresinde…
Eh, normaldir, biraz bulantı yapar, baş dönmesi de cabası! Ayakların üzerine sağlamca basacaksın. Sonra alışmaya başlıyorsun, biraz sancılı geçiyor zaman zaman, belki bi tuvalete koşma ihtiyacı hissediyorsun, ama bulantı uzun sürmüyor. Korkmuyorum!
Kalp çarpıntısı yapıyor, hani sabah aç karnına yaptığın sade kahve gibi, ister bi fal kapat, istersen de fala inanma.
Tüm bunlar alışkanlığın olunca yaşının bi yerde kemale erdiğine şahit oldum!
Tüm dertlerini gözünün altındaki torbalara doldurup saçındaki beyaz teller ile bağladıktan sonra,
derin bir nefes alacaksın, doğduğunda aldığın o ilk nefes gibi…
Ve hayatın içinde yeniden doğacaksın!
SON
Hikmet SAVATLI | The Wisdom