
Yine günü kaçırmamak daha çok gezebilmek amacı ile düştük yollara…
Sebebi gidişimiz sevgilimin kutlu doğum haftası etkinlikleri çerçevesinde Milano’yu gezmek. İzmir gönüllüsü olduğumuz ve Expo’yu İtalyanlara kaptırdığımız için bir hayli gıcık olmamıza karşın birbirine aşık iki sevgili olarak el ele bu güzel şehrin sokaklarında liseli aşıklar (nazar etme sevgili okur, sende rüyalarının kızını bulup evlenirsen ölene kadar liseli aşıklar gibi gezebilirsin) dolanacağız.
Oğlumuzu iadeli taahhütlü ananesine postaladıktan sonra İzmir’den İstanbul’a iş çıkışı saatindeki bir uçakla bir THY klasiği olan 1 saat 30 dakikalık bir rötar ile uçtuk. Tabi rötar sayesinde organizasyonunu daha önceden yaptığımız kutlama yemeği, birden bire iki dandik sandviç olarak uçakta önümüze kondu. Sinirlensek de elimizden bir şey gelmeyeceğini bildiğimizden kaderimize razı olarak İstanbul’a indik.
Valizlerimizi aldıktan sonra, zaten gecikmişiz, taksiye binelim istedik. Sabiha Gökçen’den Suadiye’ye gideceğiz valizleri eve bırakıp oradan Bağdat caddesinde dolanacağız. Yıl 2015 ben karşının taksisiyim yolu bilmiyorum muhabbeti hala güncel! Her ne kadar bu tarz şeyler için şikayet hakları vs. olsa da yolu ben tarif ediyorum. Ertesi sabah Milano’ya uçacağız morallerimizi yüksek tutmamız gerek.
Kuzenlerimiz ile buluşuyoruz İstanbul’da Suriyelilerin arttığından ve her yerde ellerinde yazılı kağıtlar ile para istediklerini anlatan kuzenlerimize Adana’daki Suriyelileri de ben anlatıyorum. Demek ki onlarda korkuyorlarmış. Sonuçta onları görür görmez camları kapatıp kapıları kilitliyoruz. Sokakta dilenenlerin çokluğundan ve bizlere kene gibi yapışarak nasıl rahatsız ettiklerinden bahsederken arabaya bir park yeri bulup iniyoruz.
Dakika bir gol bir, otobüs durağında bir adam,
-“size bir şey söyleyebilir miyim?” sorusuna “param yok dolmuşa binemiyorum sizde varsa bana verir misiniz?” sorusunu ekleyerek bizi karşılıyor. Geçiştiriyoruz onu, o da fazla ısrarcı olmuyor zira yakalayacak başka bir balık her daim bulacak. Beraberce nereye otursak diye konuşmaya başladığımızda, bir çocuk,
-“abi sana bişey söyleyebilir miyim? Bana bir lira verir misin?” diyor!
-“veremem canım!” diyorum kendime göre sempatik bir cevap ile onu kırmayacak bir tonlama ile konuştuğumdan bana,
-“canın sağ olsun! abiciğim” diyerek gönül koyuyor.
Zor hayatlar yaşıyorlar yaşamasına ama kıyafetleri düzgün ceplerinde telefonları bile var! Kimseye yakalanmadan Num Num’a gitmeye karar veriyoruz. Sevgilim fajitas sevdiğinden o ve Begüm kendine Meksika yemeği söylerken ben de brezilya mutfağının medarı iftiharı sallanan etlerden söylüyorum. Umut ise hamburger söylüyor. Nedense yediklerimiz bizi mutlu etmiyor. Tatlıyı başka yerde yiyelim diye kalkıyoruz.
Cook Shop sevdiğimiz bir yer, Magnoliaları New York’da yediğimizle alakası olmasa da yine de güzel bir tatlı. Dört çeşit söylüyoruz; Nutellalı, Oreolu, Muzlu ve Çilekli. Hepimiz birimiz birimiz hepimiz mantığı ile tatlılara yumuluyoruz.
Ertesi Gün…
Sabah 7 de evden çıkıyoruz, Sabiha Gökçen’den Milano Malpensa Havaalanına uçuyoruz. Gece geç yatmışız uçağa biner binmez uyuyoruz. Amacımız her zamanki gibi günü kazanmak. Otelimiz Duomo Meydanına iki dakika, valizleri bırakıp üstümüzü değiştirip sokağa fırlıyoruz ilk hedef Duomo Meydanı. İtalya’nın faşizm ve Nazi işgalinden kurtuluşunun 59. Yıldönümü olarak her yılın 25 Nisanında kutlanan bağımsızlık günü var. Meydanda hummalı bir çalışma var. İtalyanlar bir yandan Expo bir yandan da bağımsızlık günlerini kutlamak için son sürat çalışıyorlar.
Sevgilim benim ne denli fanatik bir dondurma sever olduğumu bildiğinden, benim için meşhur dondurmacıları araştırmış. Benim için yaz kış yenen bir tatlı olduğundan yolumuzun üstünde bir dondurmacı varsa gel bak burada da varmış belki seversin diyerek kolumdan çekiyor beni. Tabi ben de onu çekiyorum bir yerlere gel bak gel ne buldum diye.
Galleria Vittoria Emanule II dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden bir tanesi 1877 yılında İtalya kralı tarafından yaptırılmış, içinde iyi markaların olduğu tertemiz açık AVM. Aslında buraya AVM demek haksızlık olur çünkü öyle olmasa bile bir sanat harikası müze de olurdu. Gucci kafeye oturuyoruz, bir tramisu ve iki double espresso isteyip İtalya’nın yereli oluveriyoruz.
Yereliz ama sırt çantamız yanımızda, haritamız elimizde. Yapılacaklar listemiz çok yoğun olmamasına karşın gezip görülecek çok yer var. Caddelerinde dolanıyoruz, o dondurmacı senin bu dondurmacı benim, alışverişimizi yaparak geziyoruz. Tarih kokan caddeleri, mimari güzelliklerine baka baka dolanırken Leonardo Da Vinici heykelinin bulunduğu Piazza della Scala meydanına çıkıyoruz. Meydana yakın bir yerde yaptığı icatların bulunduğu bir müze var. Eğer tarih ve bu tarz icatlar ile ilgileniyorsan kaçırmamanı tavsiye ederim. Akordeondan, uçan makinelere kadar bir çok tasarımı maketler ile yapmışlar.
Bu noktada eklemeden edemeyeceğim. İtalya’nın hangi şehrine gidersen git çizgi romandan tut mutfak önlüğüne kadar her türlü kullanım eşyasında kullanılan düşünür ve sanatçılara hep imrenmişimdir. Bugün git bit galata kulesine, sor Hezarfen Ahmet kimdir diye! Keza Mimar Sinan… biz kendi tarihimizi düşünürümüzü pazarlayama duralım komşu Yunanistan İskender’i Bizans’ı geçtim Osmanlıyı bile pazarlıyor.
Dolana dolana Via Monte Napoleone caddesine kadar yürüyerek oradan bir daire çiziyoruz. Ben yolda duran Lamborghini, Ferrari ve Maseratilere büyük bir ilgi ile bakarken sevgilim, D&G, Prada ve Guccilere bakıyor. Tekrardan Duomo meydanına geliyoruz. Kilisenin heykellerine, fresklerine mimarisine hayran hayran bakıyoruz. Saate bakıp sevgilime döndüğümde ben diyorum o da acıktım diyor.
Rinascente alışveriş merkezinin rufunda Obica’ya çıkıyoruz, Pizzayı bulan memlekette en İtalyan’ından pizza söylüyoruz, ben İtalyan birası içiyorum sevgilim limonçello. Mozarella ve zeytinyağı olmazsa olmazlardan. Tepemiz açık hava mis, iki sevgili güneşi batırıyoruz, bu sırada laf lafı açmış, gözümüz Duomo kilisesinin heykellerinde geziniyor, hayranlığımızı gizleyemiyoruz. Kültür farkımızı ortaya koyup, içten içe onlara imreniyoruz. Her seyahatimizde olduğu gibi keşke bizde de böyle olsaydı diyoruz.
Gecemiz bitmeden Cioccolat Italiani’ye gidiyoruz, sıraya girip onlarca dakika bekledikten sonra yediğimiz dondurma bizi tatmin etmiyor. Luini diye bir yer arıyoruz aslında İtalyan tarzı börek poğaça arası bizim pişi gibi bir şey. Şansımıza önünde durduğumuzu anlayınca sabah kahvaltıya buraya gelelim diyoruz.Gecenin geç saatlerine kadar sokakta kalıp Milano’nun keyfini çıkarıyoruz.
Ertesi gün…
Bugün evrenimin merkezi, aldığım nefesim, sevgilimin doğum günü. Oğlumun annesine aldığı hediye çiçek ve çikolatalar evimize gelmiş. İyi ki doğdun şarkıları ile yataktan kaldırıyorum onu. Sabah saat 7.30 üstümüzü giyinip kendimizi sokağa atıyoruz. Hedef Luini de Panzerotti yemek! Sevgilimin araştırmaları sonucunda bulduğumuz inanılmaz bir lezzet. Mozerella ve domatesli Panzerotti istiyoruz birer tane. Daha yarısına gelmeden,
-“hocam bizim Panzerottiler iki oldu” diyoruz. Ayak üstü, masası olmayan, ye gi,t tarzı bi yer olmasına karşılık, afiyetle yiyoruz kahvaltılarımızı. Bu arada planlarımız doğrultusunda daha önceden ayarladığımız araba için Duomo meydanında bulunan araç kiralama şirketlerinden birine giriyoruz. İstediğimiz arabayı veremeyeceklerini aynı paraya başka bir araba ayarladıklarını ama navigasyon için biraz daha beklememiz gerektiğini söylüyorlar.
Tamam, bir saate geri geliriz deyip biraz orada biraz burada dolanıp sonunda arabamızı navigasyon ile birlikte alıyoruz. Amacımız ertesi gün, Como Gölüne ve Bellagio’ya gitmek. Eş dost akraba ve kendi ihtiyaçlarımız için dün yaptığımız pazar araştırmasından sonra bugün fiyat bilerek girdiğimiz mağzalardan muzaffer bir Romalı komutan edası ile ayrılıyoruz. Gönül isterdi ki İtalyan rüyasını Ferrari kiralayarak yaşayalım, ama biz daha bir İtalyan olmak için mütevazı bir Fiat Bravia kiralayarak geçirdik.
Akşam sevgilimin kutlu doğum haftası ve doğum günü olan 24 Nisan olması sebebi ile Nobu’ya gidiyoruz. Mekan içinde sigara içilmesi, her ne kadar eski tiryakilerden olsak da, garip geliyor. Ne iyi etmiş de bırakmışız şu mereti diyoruz. Daha önce bulunduğumuz birkaç Nobudan farklılıklar gösteren menüleri ile Milano Nobu bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor.
Kutlama yapılacak bir gün olması vesilesi ile şarabın en kırmızısını istiyoruz, ardından karides tempura ve yellow tail sachimi istiyoruz. İştahlarımız iyice açılıyor, sevgilim Cod Fish hastası olduğundan o hemen siparişini veriyor. Ben biraz sorun yaşıyorum, garsona kuzu pirzola istiyorum diyorum beni anlamıyor, açıp resmini gösterecek gibi oluyorum ama sevgilim imdadıma yetişiyor zira çıkmaza girdiğimde hep beni kollar duruma müdahale edip beni terlemekten kurtarıyor. Gecenin sonunda her doğum günün olmazsa olmazı pastamız geliyor, dilekler kalplerde mühürlenerek mum üfleniyor. Ne güzelsin sevgilim, doğum günün bir daha kutlu olsun yaşın hep bebek…
Fiyat konusunda Londra Nobu’nun üçte biri sayılacak makul bir hesap geldiğini söylemeliyim. Daha ilgilenenler için boğazda balık daha pahalı olur diyeyim.
Otele dönerken yolda Grom diye bir dondurmacıya giriyoruz, saat 11’i geçmesine rağmen önümüzde iki üç kişi var. Değişik tatlardan kendimize bir kap doldurup Leonardo heykelinin önünde sevgilim ile hem havanın, hem dondurmanın, hem de aşkın tadını çıkarıyoruz.
Ertesi sabah…
Sabah saat 8 de Santa Maria Grazie kilisesinin önünde olmamız gerekiyor, çünkü iki ay önceden rezervasyon ile zorla yer buluğum Hz. İsa’nın Son Yemeği’nin resmedildiği Leonardo Da Vinci’nin eserini görmeye gideceğiz. Bu resmin meşhur olmasının bir nedeni havarilerin insan olarak resmedilmesi ve Judas’ın o masada olması. İki buçuk saat süren turun son bir saatinde kiliseyi gezmeden remi görüp kaçıyoruz. Çünkü daha Como’ya gideceğiz.
Milano 8 Milyon nüfuslu olmasına karşılık kalabalığını trafiğini göstermeyen bir şehir olarak karşımıza çıkıyor. Biz hiçbir yerde trafiğe takılmadan birçok yerini araba ile gezme şansı bulduğumuzdan baya rahattık.
Bellagio, küçük olmasına karşın tablo gibi bir yer. Önce araba ile bir dolanıyoruz, yağmur var ama sağanak değil, yine de sevgilim temkinli gelmiş, çantasından küçücük bir şemsiye çıkarıveriyor. Yine sanat galerilerine girip çıkıyoruz, tablolara bakıyoruz. Dünya Jet-Set’inin uğradığı küçük bir kasaba olarak fiyatlar bir hayli yüksek. Sevgilim tablo bakarken ben yine bir dondurmacı gözüme kestiriyorum, sanırım tüm Milano seyahatimizde yediğimiz en iyi dondurma bu olsa gerek. Dar sokaklarını yürüyerek sağımıza solumuza baka baka göl kıyısına kadar geliyoruz. Bayılıyoruz kasabanın güzelliğine, temizliğine. Her nedense genelde bu tarz turistik yerler genelde salakça abartılmış olur, bu hissi ilk Saint Tropez’de yaşamış olmamıza karşın, bu konuda Sezar’ın hakkını kendisine veriyoruz.
Yağmur fazlalaşmadan arabamıza atlıyoruz, vapurla değil aradaki kasabaları da gezeriz mantığı ile kara yolu ile geçiyoruz. Yol biraz uzun ama olsun gezmek güzeldir diyoruz.
Como küçük bir şehir olmasına karşılık cennetten bir parça gibi. Arabamıza bir yer bulduktan sonra, tavsiyelere ve ruhumuzun götürdüğü yere doğru bilip bilmeden yürüyoruz. Buradaki şehir meydanında bağımsızlık günü kutlamalarına katılıyoruz, yine bir Duomo kilisesi var, Milano’daki kadar şaşalı değil ama içi ötekinden güzel. Ruh dinlendirici yerler, sakin trafiği, yaşam kalitesi ve birbirinden renkli köşeleri ile görülmeye değer yerler.
Hava hafif kararmaya başlamışken yola çıkıp milanoya geri geliyoruz. Arabayı otele koyup soluğu meydandaki kutlamalarda alıyoruz, oradan yine Luniye uğrayıp elimize ikişer Panzerotti alıyoruz. Aslında sevgilim haklıydı üçüncüyü de almalıydık…
Kutlamaları bir kenara bırakıp Sforza kalesine doğru yürüyoruz. Amacımız Expo Center’ı ziyaret etmek, kaleyi görmek. Yolda yol sanatçılarını izleye izleye giderken bağıra çağıra konuşan Türklerden kaçmayı ihmal etmiyoruz. Burada kaçışımız başımıza bir şey geleceğinden değil ama nerede olurlarsa olsunlar bir dikkat çekme unsurları bir gürültüleri var. Expo Center’ı geçer geçmez Sforza Kalesi var, gece ışıklandırması ve şaşalı duruşu ile Avrupa’da gördüğün en kudretli kalelerinden biri gibi geldi bana. Zaten 1370 yılından beri orada durması hayallerimin ortaçağ savaşlarını yaşamamda bana çok yardımcı olurken, sevgilim ağaçların güzelliklerini resimlemek ile meşguldü. Bu arada Milano’nun Türkiye’den İzmir, Eskişehir ve samsun ile kardeş şehir olduğu gereksiz bilgisini de paylaşayım…
Gecenin sonunda arabamızı havaalanındaki araç kiralama şirketine teslim ederek tekrardan İstanbul’a döndük. Gece ben tek gözlü dev, sevgilimse masallardaki prenses sabah başka bir maraton için erkenden uyandık. Yemek sevdalılarının kaçırmaması gereken 101 Lezzet turuna kuzenlerle katılıyoruz.
Tadı da damağımızda kalıyor…
Hikmet SAVATLI | The Wisdom