Öğretmenin vurduğu yerde gül bitmiyor…

Hikmet Savatlı - 16 Aralık 2015

Çok yaşa…

Hikmet Savatlı - 16 Aralık 2015

Sahte Süleyman

Hikmet Savatlı - 16 Aralık 2015

Bu aralar yazma sıklığımın epey düştüğünün farkındayım. Daha önceleri ruhumu ve dirseklerimi masa başında çürüttüğüm sıkım sıkım sıkıldığım bir işim vardı. Peki, nereye kadar giderdi bu süreç? Sınırlı bir sarmalın içerisinde girdap gibi beni içine çekerek körelten, adeta ayağıma pranga olmuş bir silsileden kurtulduğum için çok sevinçliyim.

Gel gelelim her ne kadar sıkıcı olsa dahi insan bazı alışkanlıklardan vaz geçemiyor, söz gelimi alışkanlık bir işyeri olması olgusu ve günlük yapılan “alışkanlık” adı altındaki otomatiğe bağlı yaşanmışlıklardan ibaret. Yazılarımı evden de yazabilirdim lakin evde 28 aylık bir Tazmanya canavarı olunca işler bir hayli zorlaşıyor.

Hayır! Bu yazı  bir babanın son feryadı değil…

Hayata dair umutlarım her daim var, bunlardan bir tanesi oturup kitap yazmak. Kendime göre, önüme gelen ilk kitapçıdaki “deneme” raflarına, bodoslama daldım. Bakalım benim gibi insanlar neler yazmış? Hangi yayınevi ile çalışmış içerik neymiş? Gibisinden binlerce soru ile giriştim bu işe.

Sor ki öğrenesin…

Soruyorum, ama doğru soruları, doğru kişilere mi soruyorum? Korkarım cevap HAYIR!  Çoğu zaman kırıcı eleştirilere maruz kalıp bu işe dört kolla sarılamasam da, yazılarım geniş kitlelerce okunmasa da ben kendimi ifade edebildiğim için mutluyum.

İnsanın kafasında bir tilkiden fazlası dolaşıyor.

Geleceğe dair tohumlar ekmek üstüne çalışmalar yapıyoruz fakat her kulvarda bir atı alıp Üsküdar’da han kurmuş insan var. Bunca han hamam sahibinin arasından sıyrılmak ne kadar mümkün? Bu da cevap bulması zor bir soru.

İşletmeci kafası ile düşünelim?

İnsanlar ne istiyor? Ve sen onlara isteklerinin ne kadarını sunabiliyorsun? Arz – talep arası bu ilişkide konumlanman nerede olacak? Her uyandığın sabah ilkbahar olmamakla birlikte güneşle uyanma olasılığımız hayli düşük. Sistem seni olgunlaştırmak üzerine değil, seni çarkları arasına almak üzere dönerken kendini Don Kişot gibi hissetmen hayli normal.

Öncelikle insanları elimize alalım. Dünya çapında meşhur olmuş bir kahve zincirine ya da zincir olmuş herhangi bir kurumuna gidip sözgelimi 9 liralık bir kahve için 20 lira verdiğinde onun sahte olup olmadığını kontrol ederler. Başka bir örnek elinde poşetle bu tarz bir yere girdiğin zaman eskiden poşetini bantlarlardı, şimdilerde 1 TL karşılığı dolaba koymanı istiyorlar. Bir keresinde dayanamayıp bana verdikleri para üstününde sahte olup olmadığını kontrol etmelerini istediğimde çalışanların suratlarındaki ifadeyi resimleyemediğime çok üzülüyorum.

Sence sebep ne olabilir?

Evet, sen potansiyel hırsız ve ya dolandırıcısın! İnsanların birbirlerine olan güvenleri denizler altında 20 bin fersahın ötesinde, dünyanın merkezine seyahat romanı gibi olmuş. Bu evrede aklıma David Ogilvy’in kitabı geliyor. Eski bir reklamcılık öğrencisi olduğum için bu kitabi bir solukta okumuştum. Özetle, satılamaz hiçbir şey yoktur. Doyumsuzluğun ötesinden bir yorumla her şey bir çocuğa lolipop satmak kadar kolaydır diyordu. Gelip buradaki çocukları görse böyle bir kitap yazarmıydı orası tartışılır.

Evet karşılaştığımız insanları bu tarz makinelerden geçiremiyoruz. Kişiyi Mevlana referansı ile kendimiz gibi biliyoruz. Hani doğu batı sentezi olduğumuzu iddia etsek de şark kafası ile insanların içine “iyilik” koymayı unutmuşuz.  Keşke insanları güneşe tutarak içlerindekini görebilseydik.

Dediğim gibi karamsar olmamak lazım, plan ve programları her koşulu hesaplayarak, üzerindeki ölü toprağını bir köşeye bırakarak,  gerçekleştirmeli insan. Daha sonra zaten ister istemez bu toprak üzerine örtülecek. Sultan Süleyman’a kalmamış bu dünyadan ne nasiplenebilirsek o yanımıza ve geleceğimize kar kalacak.

 

Hikmet SAVATLI |The Wisdom