Soma’dan Mektuplar

Hikmet Savatlı - 5 Haziran 2014

Sis hayatın fotomontajıdır…

Hikmet Savatlı - 5 Haziran 2014

Saki

Hikmet Savatlı - 5 Haziran 2014

Sabah radyoda çalan bir şarkı ardından yazdıklarım…

Sabah 5.00 hava daha aydınlanmamış. Gece evsizlerin ve akşamcıların battaniyesi gibi sokakları örterken aynı kâbus ile uyandım…

Yine seni gördüm rüyamda.

-“baba!” diyerek feryat ederken, ben sana uzanmak için kendimi yataktan attığımda uyandım. Daha yatalı iki saat olmamıştı ama gün benim için yine erken başladı. Uyandığımda ne feryat vardı ne figan. Çığlıklar bıçak gibi kesilmişti. Benim için mezardan farksızdı, ölüm sessizliğine bürünen bu dört duvar. Yerden doğruldum karanlığın içinde komodinin üzerindeki cigarama bakındım. Bir elimle yüzümdeki teri silerken diğeri ile, yoklarken çarparak devirdiğim, şişelerin arasından buldum ezilmiş cigaralığı.

Saat 5.15 gecenin soğuğu terlemiş atletime kırbaç gibi vurup beni adeta parçalara bölerken, dallarda name yapan ölümün nefesini içime çekiyordum.

“Ulan hacı senin gibi mal satan yok bu istanbul’da”.

Balkonda hangi günden kaldığını hatırlamadığım cam kırıklarına aldırmadan tırabzanın yanına gittim. Yer kıpkırmızı olmasına rağmen bedenim ruhum kadar acımıyordu. Eğilerek aşağıya baktım kızımı götürdüğüm parka.

“binmeyin ulan o salıncağa! Allahsız kediler!” diyerek boş şişelerden birini parka doğru fırlattım. Şişe hayatım gibi milyonlarca parçaya bölünerek patladı. Kediler korku ile gecenin içinde kaybolduğunda ben kalanları kovalamak için parka koştum.

“geldim babacığım! Seni hiç bırakmayacağım…” diyor ve koşabildiğim kadarıyla Çıplak ayak, pijama ve atlet, parka koşuyordum. Kulağımda sevgilimin ceketini giy diye seslenişi vardı sanki .

“geldim kızım!” Diyerek dizlerimin üzerine çöküp kollarımı açtım. Evladımın hayali beynimdeki duman ile birlikte kayboldu gitti… ve ben o boş salıncağı sanki kızım üzerindeymiş gibi salladım. Soğuk bir yandan bastırıyor geceyi bıçak gibi bölen bir yıldırımın ardından bardaktan boşalırcasına yağmur başlıyordu. Gözyaşlarım nihayet kendilerine gizlenecek bir örtü bulmuşlardı.

Küçüklükten “erkek adam ağlamaz” erkek “karı” gibi gülmez diye yetiştirildik biz. Evladımızı sevemeden büyüttük hikâyeleri kulaklarımızdan hiç eksilmedi. Nasıl bir baba evladını gizli gizli sever ki? Neden ona kucak dolusu sarılmaz ki? Neden seni seviyorum demez ki? Hayat mıdır bizi sevgisiz yaşamaya iten yoksa biz miyizdir o sevgisizliğin altını kalın kalemlerle çizen? Hayat bizler için “ucuzdur”… Futbol maçlarına bile “ölmeye ölmeye” giden bir toplum için hayatın ne önemi olabilirdi ki?

Akşam 7.00 hava daha kararmamış. Yine bizim meyhaneye gittim sevgilim. Hatırlıyor musun Galata’nın bu eski dar sokaklarındaki meyhanemizi? Güneşi burada batırdığımızı? Hani güneş batarken

“keşke hep hayatımızın her günü güneşi burada batırsak ya?” diyerek atkımın saçağından yaptığım yüzükle evlenme teklif ettiğimi?

Meyhanecinin bu da benden olsun diyerek iki çay bardağında bize getirdiği rakılar ile çekildiğimiz resim hala meyhanenin duvarında asılı.

Bilemezdim hayatımda bana mutluluk verenlerin beni kedere boğacağını…

İki tek atarım diye girdiğim bu meyhanede on beş sene öncesini yaşamak. Hayata o günün gözlerinden bakmak ve o günkü kalp çarpıntıları ile hayata tutunmak. Etraf masalar “şerefe” derken ben senden öğrenmiştim hayata kadeh kaldırmayı.

Meyhaneci Yorgo beni evladı gibi severdi. Mübadele zamanında babası dedesine;
-“ ben Türküm, beni vatanımdan ayıramazlar!” dediğinde dedesi onunla bir daha asla görüşmemiş. Hatta kız kardeşini de alarak Yunanistan’a dönmüşler. Oğlu ve yeğeni Kıbrıs harbinde farklı ordularda farklı amaçlar için çarpışırken evine ateş düşen Yorgo olmuş. Kız kardeşi taziyeye geldiğinde yeniden tanışmışlar. Şimdilerde zaman zaman birbirlerini ziyaret ediyorlar.

Baba adamdı Yorgo. 1.75 boylarında uzun beyaz saçlı, genelde alkolden kırmızı suratı ile gezen yuvarlak camlı gözlükleri ile bunca yaşadığı acıya rağmen hayat dolu bir insandı. Önlüğünü hiç çıkarmazdı. Yanında çalışanlar olsa da çok sevdiklerine hep o servis yapardı.

-“bre çucuk nerede benim kizim? Nerede benim torun?” dedi o gün.

“yoldalar baba! Gelirler birazdan… sen ahtapotları mangala attır, şöyle güzel mezelerinden de kafana göre ayarlayıver. Haa rakıyı senin rakından içeceğim ona göre! Tezgâhın altındaki şişeden…”

Bilemezdim senin o gece ve hayatımın kalanında bir daha hiç gelemeyeceğini… O gün hayatımızın son günü olacağını bilseydim gitmezdim işe. Geceden kavgalı olmamıza rağmen hazırladığın kahvaltıya burun kıvırmazdım. Bilseydim evladım bana koşarken o koşarak son sarılması olacak atardım elimdeki tabakları. Bırakmamacasına sımsıkı sarılırdım. Havalara atar onun kahkahasına güler çığlıkları ile neşelenirdim.

Benimle beraber koştu hastaneye, cenazem cenazesi oldu. Karım kızı, evladım torunuydu. Meyhaneyi açmadı yedi gün. Kapıya cenaze nedeni le kapalıyız yazısı iliştirerek.

“bre çucuk kime konuşuyorum! Sanki sen aptalsın! Haydi kalk!”
“bırak baba burada kalacağım!” diye ağlayarak kapandığım mezarların arasından sadece bedenimi alabildi. Aklımı ve ruhumu oradaki toprağa, karım ve kızımın yanına bıraktım.

Üzerinden geçen onca sene onca rakı… Ruh bedende olmayınca insana koymuyor. Zihinde kurgulanan hayatta yıllar evvel başlamadan biten bir sofradayım. Sevgililerim ışıklar içinde bana bakıyor konuşuyor. Sanki o telefon hiç gelmedi. Sanki o olay hiç yaşanmadı. Sanki ben hiç ölmedim…

“bre çucuk kendine gel!” dedi Yorgo Baba.
“Konuşurum sana yarım saattir, cevap bile vermiyorsun?”

Başka dünyalarda olduğumu anlayınca sinirlendi. Sinirlenince Rumca konuşurdu. Duvardaki resime baktığımı görünce anladı ses etmedi. Bana bardağını uzattı. Doktorlar yaşına rağmen rakıyı yasaklamışlardı ama yine de arada sırada iki tek atıyordu. Hatta bu yüzden meyhanenin adını da iki tek meyhanesi koymuştu. Bende uzattım bardağımı
-“dostluğa” diyerek.

-“Hayır, çucuk H A Y A T A !” dedi..

SON

Hikmet SAVATLI

Allah kimseyi evlat acısı ile sınamasın. Allah cümlemize sıralı ve geçinden ölümler versin ki hayatı doyasıya yaşayalım. Hepimiz elbet bir gün öleceğiz ve bu dünya hiçbirimize kalmayacak. Hatta Sultan Süleyman’a bile kalmadı diye 1988’de yazmış Rahmetli Aysel Gürel

Kaç sene oldu, zaman durdu
Deniz öyle hep aynı dünya bilinmez
Taş duvar aynı kaldı
Ümit öylece kaldı da
Ümit edeni söyle kim aldı

Kaç devir geldi, kaç nesil geçti
Yürek öyle sevda yollar kavuşmaz
Hasretin ne tadı kaldı
Sabır öylece kaldı da
Sabredeni söyle kim aldı

Bu dünya ne sana ne de bana kalmaz
Dünya ne sana ne de bana kalmaz
Sultan Süleyman’a kalmadı
Böyle hiçbir kitap yazma

Kaç çiçek soldu, hani bu sondu
Hani bir sarı fırtına koptu zamansız
Kaç tohum filiz dondu
Hani bir acı yel savurdu
Yürekler son defa vurdu