
Zamanı tutamadığım bir sonbahar. Kurumuş yapraklar bana her daim ölümü hatırlatırken üzerlerine bastığımda çıkan ses bana her keresinde yaşamayı hatırlatır. O gün yine bir sonbahar evin yakınındaki parkta kendimle olabilmek için ıssız bir köşede bir bank buldum. Yaprakların ağaçtan dans ederek yere düşmesini, çocukların salıncakta sallanmasını, kaydıraktan kaymasını izlemek beni çocukluğuma götürürdü. Bende onlar gibi koşar oynar, ama salıncaktan hep korkardım. Yıllar sonra çocukluğuna dönmek! Tanrım…
Gel bir çılgınlık yap dedi şeytan:
“hadi salıncaklar boş…”
Benim yaşımda bir adam nasıl olurda salıncakta sallanırdı ki? Yanıma aldığım gazeteye şöyle bir baktım hava hafif esintiliydi. Paltomun yakasını kaldırarak atkımı biraz daha sıkılaştırdım. Şeytan omzumun üzerinden yine seslendi:
“hadi ama…”
“lanet olsun!” dedim. Bastonuma tutunarak yerimden kalktım. Gazetemi koltuğumun altına alarak salıncağa doğru yürümeye başladım. Belki havanın soğukluğundan belki de saatin erken olmasından çocuklar daha gelmemişti. Tüm park ben ve kuşlarındı. Kalbim hızla çarparken salıncaktan düştüğüm o gün gözlerimin önüne geldi…
Beş ya da altı yaşlarındaydım. Parka doğru yaklaştığımda annemin tüm tembihlerine rağmen elini bırakarak salıncağa koştum. Salıncaklar o zaman şimdiki gibi plastik değil tahtaydı. Elimize popomuza kıymıklar batardı. Çoğu zincirler paslı olduğundan ellerim hep simsiyah olurdu. Oysa nasıl güzel sallanıyordum! Her ileri gidişte rüzgâr yüzümü ve saçlarımı okşuyor, sanki dünya beni içine çekmeye çalışıyordu. Ve her seferinde
“Daha hızlı! Daha hızlı!” diyordum içimden. Bende o büyük çocuklar gibi daha hızlı sallanabilmek için ayağa kalkmalıydım! Korkudan terleyen, titremesine engel olamadığım ellerim. Daha hızlı gidebilmek için ileri geri salladığım ayaklarım. Uyuşan kollarım sizlere güveniyorum! Hadi ayağa kalkalım ve daha hızlı sallanalım…
“Oğlum yavaş!” diye bağırıyordu annem. Dinlemedim! Keşke dinleseymişim…
Gözlerimi hastanede açtım. Annem ağlıyor, babam ona ve dolayısı ile bana kızıyordu!
İşte bu baston benim 65 senedir en yakın arkadaşım!
“Yapma Cevdet!” diyordu adeta.
“binme o salıncağa!”
Bu kargaşa arasında kendimi salıncağın yanında buluverdim. 65 sene boyunca her kâbusunda salıncaktan düşüp sakat kaldığını gören bir adam için bile çok başarılıydım aslında… O sırada ağzında bir parça ekmek bulunan kuş salıncağın üzerine konarken, dinlenmek için salıncağın demirlerine yaslanmıştım. Anlamsızca bakıştıktan sonra çocuk sesleri ile uçtu gitti!
“ben önce salıncağa gidiyorum hadi siz de gelin!” diyordu. İçimde yaramazlık yaparken yakalanmış çocuk hissi ile tekrardan banka doğru dönmüş, utanmıştım.
“yavaş!” diyordu anneleri… Tıpkı benimki gibi!
Güneş hala bulutların arkasındaydı. Gazeteyi yanıma koydum ama gazete okumak içimden gelmiyordu. Çocukluğumdaki o duyguları yeniden hissetmek istiyordum, durduğum yerde bana esen rüzgârı değil salıncaktaki rüzgârı hissetmek istiyordum.
Utandım… Yaşımdan, sakalımdan, çocuklardan ve hatta annelerinden! Demezler mi?
“koskoca adama bak!”
“amca amca yaşından başından utan, çocuk gibi… töbe töbe!”
Tabiatın içindeki olağan kavga kendini göstermeye başlıyordu. Rüzgâr estikçe yapraklar ona meydan okuyor, inatla düşmemeye çalışıyorlardı. Bu başkaldırı esnasında yerdekiler sanki tekrardan ağaca dönmek için yukarı çıkıyordu. Kim bilir belki de yukarıdaki direnişe katılmak istiyorlardı… Sanki bir müzikal gibiydi yaprakların bu direnişi. Daha dikkatli bakınca aslında her biri birer esas oğlan esas kız. Aslında sadece insan değil doğa da kendini geliştiriyor. Bir çiçek çıkar mesela betonun içinden tüm haşmeti ile insanoğluna meydan okur.
Kafamdaki bütün sesleri Şeytan’ın tek bir sorusu bastırıyor!
“Cevdet! Çocukların gittiğini görüyorsun değil mi?”
“Tanrının bu pezevengi boşuna cennetten kovmadığı belli! Huzur bozucu ibne!” diye söylenerek tekrardan salıncağın yanına gidiyorum. Etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra bastonumu demirlerin yanına koydum. Her ne kadar sakat bacağım gelmek istemese de ellerimle zincirleri yakaladım. Zor bela salıncağa oturduğumda kalbimin çarpmasına ve travmatik terlememe engel olamıyordum. 70 yaşında birinin tek başına, üstelik sakat bacağı ile sallanmaya çalışması eminim kuşları bile güldürüyordur.hiç biri yada hiç kimse umurumda değildi.
“Hadi Cevdet, rüzgârı hissetmek istemiyor musun?” Dedi Şeytan!
Güneş bulutların arasından kendini göstermeye başladığında ben, Bastonumla kendimi itebildiğim kadar geri ittim… Korkudan terleyen, titremesine engel olamadığım ellerim. Daha hızlı gidebilmek için ileri geri salladığım ayağım. Uyuşan kollarım sizlere güveniyorum!
İşte o rüzgâr yine beni yanaklarımdan öpüyor, saçlarımı okşuyor.
Ruhum o büyük çocuklar gibi ayakta sallanıyor. Hayata ve geçmişe ağzında ekmek olan o kuş gibi, betondan çıkan çiçek gibi, bedenime inat çocuk gibi çarpan kalbim gibi meydan okuyor!
Ve Aleykümselam…
Hikmet SAVATLI