Fazlalıklarından kurtul

Hikmet Savatlı - 20 Mart 2015

Eyvah Yine mi Yol!

Hikmet Savatlı - 20 Mart 2015

Ver elini Paris…

Hikmet Savatlı - 20 Mart 2015

Sabahın köründe karga kahvaltısını etmeden düştük yollara. Sevgilimin ağzı kulaklarında, benim bir gözüm yatakta, TK bilmem kaç sefer sayılı uçak ile Paris’e gidiyoruz. Hani sabahın körü uçakla gidiyoruz günümüz ölmesin.

Yıllarca Amerika’da okuduktan sonra havaalanı faresi olup çıkıyorsun. Nerede ne var, nerede vakit geçirilir, hangi salon rahattır, en yakın çıkış nerededir…
Sabahın körü uçağında dikkat edilmesi gereken “tek gözlü dev” sendromuna yakalanan yolculardır. Bunlar genelde tek gözünü (benim gibi) yatakta bırakmış, montunu battaniye gibi tutan yaratıklardır. Güvenlikten geçtikten sonra, ellerinde emanet gibi duran sırt çantaları ve battaniye gibi tuttukları montlar ile hedeflerine zombisel adımlarla ilerlerler. Hani dublaj yapmak gerekirse, “uçaaaaak!” yada gidecekleri son nokta, bizim için Paris!
Yolculuğu eğlenceli kılmak için alınan kitap uçakta alınan yastık ve battaniye ile birleştirilerek daha bir konforlu hale getirilebilir.
Aktarma dahil, öğleden sonra saat iki gibi iki aşık, aşıklar şehrine tüm yol uyuyarak tam enerji ile vardık.
Otelimiz, Galerie LaFayette ve Printamps’in hemen arkasında, opera meydanına yürüyerek iki dakika e bir de şehirde Paris Fashion Week olunca alışveriş çılgınlığına yakalanmamak imkansız.
Sevgilimle genelde merkezi yerleri seçmeye, her yere metro ile gitmeye ve şehir dokusunu hissetmek için mümkün mertebe yürümeye özen gösteririz. Akıllı telefonlar bize günlük attığımız adımları söylerken, tatil sonrası günlük ortalama 17 km yürüdüğümüzü ayrıca hesaplamış sağ olsun…
Odamıza valizleri bırakıp üzerimizi değiştirip hemen sokaklara attık kendimizi.
Avrupa her daim güzel, belki alışık olmadığın dokusu ve insanların medeniyete bakış açısı bu güzelliği benim için ön plana çıkarıyor. İlk durağımız opera meydanına yakın Paul. Türkiye’den gittiğinde çok üzülmüştüm. Normalde İki sandviç iki kahve günlük planlarla tartışılarak harekat planı oluşturmak için iyi bir nokta. E tabi bide Fransa’nın olmazsa olmazı croissant ve macaron…
Hedefe giderken aklımızda kalmasın diye Galerie LaFayette’in Gourmet bölümüne şöyle bir dalıp çıkıyoruz. Ye ye bitmez, koku ve görüntü muazzam. Lakin gezeceğimiz çok yer var derince bir nefes çekip zihnimizi doyuruyoruz.
Opera meydanı ve ara sokakları adımladıktan sonra, akşam yemeği için bir arkadaşımızla buluşmak üzere Cadet’e doğru yöneldik. Fernand’ın hamburger atölyesi, Fransız tatlarının Amerikan rüyası ile kesişmesi. Sevgilim Le Philibert, yerken ben La Bartholomé ile içimdeki “et oburu” terbiye ederken Fransız birası CH’TI ile farklı bir tatta deneyim sahibi olduk.
İlk gün sevgilim ile birlikte, Marianne ile tanıştık. Marianne, Fransız devrimini sembolize eden Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik özdeyişlerinin somutlaştırılmış simgesidir. Hanımefendinin heykelleri, Fransız Eurosunda, Fransız mahkemelerinde ve Belediyelerinde bulunmakta. Akşam bize eşlik etmesi bizim için inanılmaz bir deneyim oldu.

Ertesi gün…

Sabahın erken saatlerinde, biletlerini sıra beklememek için daha önceden aldığım, Eyfel kulesine gitmek üzere yollara düştük. 1889 yılında Expo’nun giriş kapısı olarak tasarlanan kule tüm ihtişamı ile önümüzde duruyordu. Trocadero meydanında arkamıza Eyfel’i alarak resimlendikten sonra kuleye doğru yürüdük. Yakınlaştıkça daha bir büyüyor, büyüdükçe ihtişamı daha bir artıyordu.
Eyfel kulesinin tepesinde 360 derece tüm duvarlarda, yönlerine göre dünyanın tüm şehirlerin ve orada bulunan diğer kulelerin uzunluğunu gösteren tabelalar var. Hani önüne bir harita geldiğinde salakça hemen Türkiye’yi bulursun ya! O minvalde hemen bulduk memleket ne kadar uzakmış (Meraklılar için, İstanbul 2263 km uzaktaymış). Asansör ile yerden 300 metre yükseğe çıktıktan sonra şehir tüm güzelliği ile ayağının altında oluyor. Uzakta yüksek binaların olduğu bir nokta ve arkanda Montparnasse Kulesi dışında maket şehir gibi tasarlanmış “şehircilik harikası” denecek güzellikte planlamacılık ile imar edilmiş, caddeleri, parkları ve binaları ile muhteşem organize bir şehir.
Kuleden inince, ne nerededir yerinde tatbik için, atladık iki katlı kırmızı otobüse. Eiffel Kulesi, Champs de Mars, Louvre Müzesi, Notre Dame Katedrali, Orsay Müzesi, Paris Operası, Champs Elysées, Grand Palais ve Trocadéro.
Hadi bakalım, sırt çantalı turist modunda, elimizde telefonlar (fotoğraf makinesi görevi ile) Notre Dame Katedralinin önünde iniyoruz. Tabi malum gözlerimiz katedral kulelerinde Quasimodo’yu meydanda Phoebus’u bekleyen Esmeralda’yı arıyor, papazlara Claude Frollo bu mu acaba diye umarken Victor Hugo’yu yad ediyoruz. Tabi hikayeye göre Hugo “Notre Dame’ın kamburunu, zamanında yıkılması gündeme gelen katedrali ikonlaştırarak yıkılmasını engellemek için yazmış. Katedralin içi Avrupa’nın belli başlı katedralleri gibi muazzam heykel ve vitraylar ile dolu. (Ne de olsa o da tanrının bir evi, günün birinde yolun bir kiliseye düşerse üç kulu bir elham oku geç derim ben)
Etrafı biraz dolandıktan sonra ulaşım için kullandığımız gezi otobüsü ile Arc de Triomphe’a gidiyoruz. Burada da Berlin’de bulunan Brandenburg kapısında olduğu gibi anıtın tam altında birinci dünya savaşında ölen askerler anısına yapılan bir mezar (Tombe Du Soldat Inconnu) bulunuyor. İkinci dünya savaşı sırasında Hitler, bu onlara saygısından dolayı ordularını zafer takının etrafından geçmeleri konusunda kurmaylarını özellikle uyardığı söyleniyor.
Hazır Champs Elysees’deyken bir boy yürüyelim diyip Grand Palais’e kadar geze geze geldik. Grand Palais ve Küçük müzenin arasından Alexandre III köprüsüne gidip oradan Eyfel kulesine bakıp. Oradan gezi otobüsü ile bir sonraki durağa hareket edeceğiz.
Bir sonraki durağımız yeniden Eyfel kulesi. Buradan kalkan bota binip Seine Nehrinde romantik bir gezi yapacağız. Gezi teknesi diyorsam aklına boğazda gördüğün oyun havası çalan tekneler ve göbek atan teyzeler gelmesin lütfen.
Dünyanın her yerinde nehirler medeniyetin köprüsü olmuşlardır. Her türlü ulaşım ve büyük yapılar onun etrafına göre şekillenmiştir. Hava güzel diyip dışarıda kendimize göre güzel bir yer bulup oturduk. Bir saat süren nehir turunun ardından hava kararmaya ışıklar birer ikişer yanmaya başlamıştı. Kaldı ki Eyfel kulesinin ışıklar içindeki hali gündüz görüntüsünden çok daha güzeldi.
Buradan metro ile D’Orsay Müzesine yöneldik. Yaptığımız planlar dahilinde kapanmadan önce müzeye girmeyi başardık. Burayı Martin Scorsese’nin Hugo filmindeki tren garı olarak biliyor olabilirsin. Bizi burada New York’ta bulunan Özgürlük Heykelinin küçültülmüş kopyası karşıladı. Monet , Degas, Renoir ve Cezanne gibi sanatçıların eserleri burada sergileniyor. Birkaç Roden heykeli görmek münkün fakat onun eserlerinin olduğu kendi adına bir müze olduğun için düşünen adam heykelini ne yazık ki burada göremeyeceğiz.
Müze gezimizden sonra tabana kuvvet Concorde Meydanına gidiyoruz. Burası devrim zamanında XVI Louis ve karısı Marie Antoinette dahil 2.600 kişinin giyotin cezasının infaz edildiği ve Luxor dikilitaşının bulunduğu yer.
Günü bitirmeye yakın Concorde Meydanından Madeleine Bazilikasına doğru yürüyüp opera meydanındaki Cafe de la Paix’ye gecikmiş bir akşam yemeği yemek üzere geldik.
5 Mayıs 1862 tarihinde açılan Cafe de La Paix benim favori restoranlarım arasındaki yerini bundan 15 sene önce almıştı. Milföyleri ve yemekleri inanılmazdır. Atıştırmalıkları saymazsak günün ilk adam akıllı yemeğini yiyeceğimizden önden klasik bir Fransız Soğan Çorbası ile başladık, sevgilime küçük bir ıstakoz bana kırmızı şarap soslu orta-az pişmiş (ortası kanlı ve pembe) lokum gibi bir filet mignon. Sonunda Creme Brulee ile kendimizi ödüllendirirken, içtiğimiz şarap yediğimiz yemek bizleri günün kral ve kraliçesi gibi hissettirdi.

Ertesi gün…

Bu gün Louvre Müzesini gezeceğiz, plansız bir gezme ile içinde kaybolabileceğin ve bir tam gün geçirsen dahi tamamını gezemeyeceğin bir müze. Bu sebepten ne nerede ve nasıl gidilir çok önemli. İlk olarak girişteki piramitler ile başlıyoruz. Sıra beklememek için aldığım biletler burada da bizi anlamsızca beklemekten kurtarıyor.
İşin komik tarafı, elimizde müze haritası, oradan mı buradan mı bir sürü tabela ve yine ister istemez bir kaybolma söz konusu Louvre’un eski saray olduğunu düşünürsen sarayda yaşayan biri olsan yandın! Annen baban olsa odasını bulamazsın öyle büyük
Venus de Milo ile başladık, Napolyon’un taç giymesi, isanın düğünü, Mona Lisa, Turkish Bath, Hammurabinin Kanunları, Apollon Galerisi, mısır antikaları ve islami sanat bölümleri. Ve buralara giderken yolda gezip gördüklerimiz. Aldığımız kitaplar ve göremediğimiz diğer sanat eserleriyle birlikte Luvre gezimizi sonlandırarak soluğu Montmartre’de aldık.
Sacré Coeur bazilikası, Notre Dame gibi Fransa’nın ikonlarındadır ve Parisin en yüksek noktasında bulunur. Aşağıdan yukarıya doğru sağlı sollu hediyelik eşya satan dükkanlara baka baka kiliseye doğru çıkarken finiküler tabelasını bularak yukarı çıkışımızı kolay hale getirdik. Kilisenin içinde bir tur attıktan sonra ressamlar tepesine gittik.
Küçük bir meydanda onlarca ressam, karikatür, manzara, karakalem yüzlerce çalışma yaparak kendilerine kazanç, turistlere hatıra kazandırmaya çalışıyorlar.
Resimler pahalı, burunlarından kıl aldırmıyorlar merhaba dedin mi €200 den pazarlık başlıyor. Tabi galeri gezmesi yaparsan fiyat kuş olup uçuyor. Hemen meydana yakın kafelerden birine oturuyoruz, şarabı bulanların memleketi burası hali ile havada yağmurla karışıp inceden bir şarap havası zaten format dahilinde. Menü gelir gelmez sevgilim ile göz göze geliyoruz ben 12’li diyorum o 6 yeter diyor. Sanırsın besi çiftliğinden gelmiş, eşek gözü kadar salyangozları bir şişe şarapla istiyoruz. Yanında ona destek tadımlık kaz ciğeri…
O sırada masamıza gelen ressamlardan biri ile sohbete dalıyorum. Adamcağız tutturuyor senin resmini çizeyim diye. Aslında istiyoruz ama orada iki saat oturarak vakit kaybetmek istemiyoruz! Kaç paraya yaparsın sorusunu en az beş kere sormama rağmen bir cevap vermiyor. İşin komik tarafı sevgilime diyor ki önce beyefendinin resmini yapayım bak beğenmezsen para verme! Bir anda kobay fare olup çıkıyorum. Yok diyoruz bu senin emeğine saygısızlık olur, yaparsan sana para ödemek zorunda kalıyoruz desek de nafile. En son peki hadi çıkar bakalım daha önce çizdiklerine bir bakalım diyoruz bize cep telefonundan birkaç resim gösteriyor. Gösteriyor ama Allah affetsin ya resmedilen çocuk felaket çirkindi yada adamın yaptığı resim beş para etmezdi
Montmartre’den aşağı salıyoruz kendimizi, dar Fransız sokaklarının keyfini çıkara çıkara. Bilmediğin bir yerlerde tatil yapıyorsan, gördüğünü o anda değerlendirmelisin yoksa iş işten geçer zihniyeti ile hareketle dayanamadığım dondurma dükkanına daldım. O limonlu sever, bana dondurma olsun yeter (nutella). Ama bilseydim az sonra Amorino var kesinlikle oradan alırdım!
Derken elimizde dondurmalar resim galerisi, hediyelik eşyai stil/dizayn butik derken bu sefer sevgilim bir galeriye dalıyor. Ben tabi açgözlü olduğumdan elimde kocaman dondurma dışarıdan onu izliyorum. Şu resimdi bu resimdi derken o çoktan eliminasyona girmiş bana fikrimi soruyordu. Her ne kadar en güzel tablo bana göre kendisi olsa da beğendiğimiz bir resmi pazarlık ederek alıyoruz. Elimizde koca tablo Moulin Rouge önünden geçerek Saint German yönüne doğru metroya biniyoruz.
Saint German Metro istasyonundan çıkar çıkmaz Cafe de Flores’e oturuyoruz. Etraftaki yerler yarı yarıya olmasına karşın, atmaca gibi hareket etmeseydik o tek boş masaya oturamayacaktık. Hava soğuk içimiz ısınsın diye ben sıcak çikolata o kahve diyor. Tabi ben gayet pisboğaz olduğumdan dayanamayıp bir porsiyon da profiterol söylüyorum
Akşam evlilik yıldönümümüz yaklaşık bir ay öncesinden Tour d’Argent’i ayarlamak için yaklaşık 50 mail atmışımdır. Masamız cam kenarında Notre Dame katedrali ve Seine nehrine bakarken gezi teknelerinden havai fişek attıracağım, sokakta ayarladığım elemanlar meşaleler ile ismimizin baş harflerini insan piramidi yaparak yazacaklar sözde…
Şaka şaka… Ama masanın yeri ve manzara doğru!
Bizim için özel bir gün beşinci evlilik yıldönümümüz, kutlama şarap ister bu sebeple şarap menüsüne bir göz atmak istedim. Yanımıza ayrı bir servant getirdiler üzerinde meydan larusse’dan kalınca bir kitap! Toplam ağırlığı 7 (yedi) kilo! 30 saniyede şurada şu, burada bu var diyerek uzaklaştı garson. Giderken de size beş dakika vereyim dedi! Sen bana 2 gün ver anca olur diyerek menüyü(!) karıştırmaya başladık. 1846 yılında şişelenmiş şarabımız için garsonunuza danışın yazmışlar bide bu kadar seçeneğin içinde bütçemize göre kararında bir tercih ile yemek seçimimize başladık. Tadım menüsünün yanında başka yemeklerinde olduğu zengin menüsü ve meşhur misafirlerin uğradığı taksiye binince ismini söyleyip adres vermenin gerekmeyeceği bir yer.
Konuklar ki mi? Şener Şen’in Neşeli Günler filmindeki kahvede jilet satarken kullandığı replikle İngiltere kralı, rahmetli başkan Kennedy, taçsız kral Pelé, Beckanbauer, Kaleci Myer, Nadia Comaneci, Brigette Bardot ve Fenerbahçeli Cemil…
Fener bahçeli Cemil’den emin olmamakla birlikte listeye, Angelina Jolie, Mihail Gorbaçov, Bill Clinton gibi isimleri eklemek mümkün.
Önden gelen tadımlık soğuk ördek ile başladık. Sonrasında havyar, kabak ve adını hatırlayamadığım birkaç malzemenin daha bulunduğu, kenarında ince bir dilim kruton olan sıcak krema dökülerek servisi yapılan minimalist bir çorba. Ben yine kaz ciğeri, sevgilim yine salyangoz. Ondan sonra ana yemeklerimiz Tour d’Argent usulü ördek. Hani tuzda balık gibi böyle yanarlı dönerli bir tabakta önünüzde pişiriliyor. Yaşanılası bir deneyim. Yanında puf krep, şarap sosu, soğan kuşkonmaz, ve milföyden yapılma küçük çiçekler. Daha sonra ördeğimizin kavurması, farklı bir sos ile üzerinde vahşi sirkeli vahşi marul ile sotelenmiş bir şekilde tadımlık olarak geliyor. Eh bu noktada bazı düğmeler beni aç diye feryat figan ediyor. Kravat söz konusu olduğundan göbeği içeri çekmeye elbiseyi rahatlatmaya çalışıyorum. Tatlı olarak fıstıklı dondurma ile servis edilen fıstık suflesi bizim için değişik bir deneyim oluyor. Patlamak üzereyken en son restoranın bize kutu içerisinde getirdiği keklerimiz ve evlilik yıl dönümümüzü kutlamak için getirdikleri pasta ile bu ziyafeti sonlandırıyoruz… (ya ne yemişiz! Acıktım yine)
Tabı çıkışta ne havadan, ne ortamdan, aşktan çarpılmış halde birbirinin elini tutan iki aşık, (biri çok yemiş bedenine dar gelmiş) el ele yürüyerek tatilin keyfini çıkarıyor. Köprüden geçerken gözlerimizi kapatıyor bir dilek tutarak onu dudaklarımızda mühürlüyorduk.

Ertesi gün…

Cumartesi gününün kalabalığı karşılıyor bizi opera meydanında. Dünden zaten çok yemişiz, kahvaltıyı kahve ve Croissant ile ayaküstü geçiştiriyoruz.
Bu gün gezerken beğendiğimiz yerlerde yerel olarak zevk peşinde gezineceğiz. Vendome meydanına doğru yürüyüşe geçtik. Hedefe kitlenmiş değil de sanki dedemiz Napolyon Bonaparte’mış da buralar hep bize mirasmış gibi geziyoruz bu sefer. Channel, Louis Vuitton, Dior gibi aklına gelebilecek fransanın dünya modasına armağan ettiği tüm güzellikler burada yan yana mevcut.
Oradan nehir yönüne doğru yürüyerek Jardin des Tuileres’e geliyoruz. Burası şehrin genelinde bulunan büyük parklardan bir tanesi. Buralara genelde kurulan, panayır tarzı stantlardan taze meyve yada pasta alabiliyorsunuz. Tabi spor yapanlar, köpek gezdirenler de görmeniz mümkün. Bizim amacımız buradan Concorde Meydanına çıkıp oradan Madeleine Bazilikasına doğru yürüyerek sağ taraftaki Laduree’ye gitmek.
Vitrinine bakınca bir oyuncak dükkanı sanacağın, Macaronun ilk yapıldığı yer açılış tarihi 1862! Eğer bir pastane o günden bu güne varlığını sürdürüyorsa bil ki orada bir sır vardır. Saçma sapan 10 kişilik bir sıra var. Dışarıda heyecanlı bir bekleyiş, acaba ne yesek muhabbetinin dünya dillerindeki versiyonları. Sanki şampiyonlar ligi basın kulisi. Dünyanın bir çok yerinden insanlar buraya pasta yemeye geliyor.
Aptalca sıra bekleyip de içeri girme vakti geldiğinde, avrupanın isim yapmış diğer yerlerinde olduğu gibi içeride masaların bir takımının boş olduğunu, dışarıda insanları bekleterek dükkanın şöhretini artırmanın bir taktik olduğunu bir kere daha görüyoruz.
Pastane ama yemek var, şarap var, şampanya var… Öyle aklına bizim bildiğimiz unlu mamüller gelmesin wink emoticon macaron söylüyoruz, sonra sevgilim pastalara bakmaya gidiyor, bana sen de gidip bakmalısın diyor. Aslında büyük hata, elimden gelse tezgaha halat atar masanın yanına çekerim. Pasta değil sanki biblo!
Bademli, krokanlı, çarkıfelek meyveli bir tartı gözüme kestiriyorum. Masaya giderken yolda bir dondurma ile karşılaşıyorum. Görsen dondurma bir tepsinin üzerinde garson tarafından taşınmıyor, bana doğru uçuyor. Yanımdan geçerken kulağıma fısıldıyor adeta, “beni ye”…
Pardon diyorum bir tane de bundan istiyorum diyorum. Lanet olsun pisboğazıma. Şu dakikaya kadar, bir tart, bir dondurma, biraz macaron, viyana kahvesi sadece ben söyledim. İki kişilik masada dört kişilik yiyoruz her zamanki gibi
Bu hem atıştırma hem öğle yemeği oluyor bizim için. Şimdi buradan kalkıp ilk gün gözümüzü kestirdiğimiz opera meydanının yakınlarından oğlumuza hediyeler alacağız.
Eşyaları otele bıraktıktan sonra, yine Cadet bölgesine gidiyoruz. Amacımız oradaki kitapçıları ve birkaç müzeyi gezmek. Üç beş kitap buluyoruz. Geneli Fransızca ama aradan İngilizceler çıkıyor ama aramak lazım. Bu bölgede bizim balık ekmek stili yemek yerleri var. Kokular birbirine karışıyor. Tavuk, ördek, kaz, istiridye, deniztarağı ne arasan var!
Burada biraz takıldıktan sonra Pantenon tapınağı ve Sorbonne Üniversitesini gezmek için Sorbonne’a gidiyoruz. Geze geze sain Germain’de yemeğe gideceğiz. Dünyaları yedik aslında değil mi, e malum son gece kurbağa bacağı yemeden mi dönelim?
Roger la Grenouille diye ufacık bir restorana gittil.15 bilemedin 20 masa var. Giderken rezervasyon yaptık ama sadece 3 masa dolu. Garson bizi iki kişilik masaya oturttu diye bozulmadık da değil. Sonuçta iki kişi görünüp hep dört kişilik yiyoruz.
Menüyü istedik, bir tarafında 3 bölümde 9 kurbağa bacağı. Diğer tarafında et, tavuk, ördek… Yine orta karar bir şarap söylüyoruz. Yılların birikimi ile iki yemek seçip değiştire değiştire yemeyi öğrendiğimizden, beyaz şarap ve sarımsak soslu kurbağa bacağı söylüyoruz.
Aslında fena değildi, biraz tuz biber ilavesi yaptık ama normalde şefin takdirinde kalırız. His olarak şöyle söyleyeyim. Belki fazla yediğimizden, yada alışık olmadığımızdan benim midemde kurbağalar zıplıyordu
Bir ara şöyle bir etrafıma baktım genelde hep Fransız ve kurbağa yiyen bizim haricimizde iki üç masa var! Bu arada duvarlarda eski paralar gözümüze çarpıyor. 100 Lira var eskilerden hani kırmızı gülkurusu renginde, 500, 10.000 üzerinde Mimar Sinan ve Mevlana’nın olduğu. 1 milyon, 10 milyon ve yirmi lira. Üzerine tarih ve notlar yazılmış bir sürü eski anı…
Oradan çıkıp barlara baka baka geziyoruz. Kolay mı günde ortalama 20 bin adım atmışız yorgunluk baş gösteriyor. Gel şurada iki bira içelim diyorum yarım ağız. O ise köşedeki şapka dükkanına çoktan dalmış kendine şapka bakıyor. Şapkamızı aldıktan ve saati bayağı ilerlettiğimizden her seyahatin sonunda yaptığımız gibi Starbucks ve tatil değerlendirmemizi yapıyoruz.
Parlayan gözlerle bana ne kadar mutlu olduğunu anlatırken, ben de ona onu sevdiğimi söylüyor, birlikteliğimiz boyunca bana karşı anlayışlı olduğu için ona teşekkür ediyorum. Zor ve sıkıntılı bir adamım ama yılmadan benimle uğraşıp odun halimden bir mücevher yaratmak için didiniyor…
Kahveler bitince biraz daha yürüyelim diyoruz yaklaşık 5 dakika sonra “eyvah şapkam!” diyor. koşa koşa gidip starbucksta bizi terk etmek isteyen şapkayı suçüstü yakalıyoruz! Hain şapka, o da bizim gibi bırakmak istemiş olacak Paris’i deyip kendi kendime düşünüyorum.

Ertesi gün…

Bugün eve döneceğiz artık. Eh biz oğlumuzu o da bizi özlemiş, valizlerimizi geceden topladığımızdan rahat rahat gidip bir yerde kahvaltı yapalım diyoruz. Ama Pazar sabahı ortada spor yapanlardan ve elinde valizle havaalanını gitmeye çalışanlardan başka kimsecikler yok.
Buluyoruz bir cafe, ama beğenmiyoruz. Dolanıp otele gidiyoruz valizlerimiz ağır, öğle yemeğini havaalanında yeriz diyerek yollara düşüyoruz.
Uyuya uyuya İstanbul’a iniyoruz. Gayet medeni bir ülkede üç dört gün kalınca insan hemen alışıyor. Memlekete iner inmez, bakışlar hemen boyundan aşağıya, kıyafet süzmeye başlıyor. Havasından mı suyundan mı, Fransa’da aristokrat takılan adam bir anda Conan’a dönüşüyor! Sıra beklemiyor, sabırsızlaşıyor, koşuyor. Bir pasaport sırasına girdik, görsen Galatasaray Fener maçı sanırsın!
E memlekette sıra olur da yancılar olmaz mı? Neredeyse sırasını para ile satacak olanlar var! Yandan gelip giren mi deyim, ben zaten buradaydım diyenden mi bahsedeyim! Pasaport sırasında kavga çıktı düşün…
Neyse çok şükür valizlerimiz kaybolmadan sağ salim evimize geldik. Gidemediğimiz yerler olmadı mı oldu mesela Versailles’a gidemedik. Onun için egenin biraz büyümesini bekledik bir dahaki turumuzda Versailles, Euro Disney, Bainly Müzesi, Louis Vuitton Auditorium. Tadı damağımızda kalarak karı koca mutlu bir şekilde oğlumuza evimize kavuştuk…
Unutmadan bu gezide uzun süre Paris’te yaşayan Emre GEZGİN kardeşimden çok bilgi ve tüyo aldım. Ona ayrıca teşekkür ederim

 

www.citymersin.com da yayınlanan yazım.

Hikmet SAVATLI |The Wisdom