
-ilk adımlarını şurada atmıştı, uzun uzun baka kaldığı yatak odasının ucundaki sehpahayı göstererek ellerini bıraktı ve bana doğru geldi. Yolun yarısında sendeleyerek düşer gibi oldu, kollarını havaya kaldırarak:
-nne dedi ve sustu kadın. Gözlerinden ince bir damla yaş döküldü. Suratını yırtarcasına hızlıca yanağından boynuna süzüldü. Bir elinde tuttuğu minik tsirtü sıkıca, bırakmak istemezcesine tutuyordu. Dizinin üzerinde avucu yukarı bakan elini yüzüne götürerek yanağındaki yaşı yüzüne yaydı. Derince bir nefes çekti elindeki tshirtten. Bir süre öylece kala kaldı, aldığı o koku içinden çıksın istemiyordu. Bir müddet sonra ne kendine ne gözyaşına, me de nefesine hakim olamadı. Kıyamet gibi koptu bir anda herşey hıçkırıklara boğuluyordu. Evladının kokusu ciğerlerinden çıksın istemiyordu, kendi gözyaşı selinde boğuluyordu. Yerinden doğrulup kollarını açarak yere dizlerinin üzerine oturdu
-gel oğlum diyordu…
Evladının hayali gözünün önünden gitmiyordu. Susamıştı, ama içindeki yangını dindirecek su yoktu bu dünyada. Ayağa kalktı alışkanlıkla elini yana yere doğru sarkıttı. Oğlunun elinden tutmak istercesine hareketsiz bir şekilde yavaş ve kısa adımlar atarak mutfağa girdi. Elinde ki tshirtü hiç bırakmadan çıktı odadan.
Evladının geçtiği yollardan sessiz ve yavaşca geçerken kulağında bebekliğinden beri söylediği nini sesi vardı. Mutfağa geldiğinde buzdolabı üzerindeki resimlere baka kaldı.
“Canım annem” yazıyordu üzerinde kendisi, oğlu ve kocasını çizmişti. Hatta tüm kalemleri kayıp yada kırık olduğundan yeşil renkti herşey.
Anne ve babasının arasında ellerininı havaya kaldırmış ikisinin elinden tutarken çizdiği resimdeki evladını sevdi… Gözyaşından ıslanmıl elleri ile yanaklarını okşadı. Mama sandalyesi üzeinde duran resmine baktı. İlk defa kendi mamasından başka mama yediği gündü o gün! Küçük parmakları ile domatesleri sıkıp sıkıp önüne düşen parçaları yedikten sonra suratının palyaço gibi olması aklına geldi. Tebessüm etti… Kapattı gözlerine ve o güne döndü. Saçını başını yoluyordu
-“aç kalıyor bu çocuk büyümeyecek” diyordu.
Birden bire bir ses duydu. Koşar adım oğlunun odasına giderken
-“oğlum yavaş düşe…” Diyecekti, cümlesini bitiremeden sustu. Öylece yığıldı yere, dizlerinin üzerinde kafasını yere doğru götürerek yüzünü mermere dayadı. Soğuktu mermer, ölüm gibi… Aldırmıyordu, kalkamadı yerden.
-yeter! Tanrım Yeter! Artık dayanamıyorum… Diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ayak sesleri duyuyor ama aldırmıyordu. Kocası gelmıştı eve…
Dizlerinin üzerine yere, karısının yanına sırt üstü uzandı.
-“ne yapıyorsun oğlum?” Dedi. Sanki evladı orada herzaman ki gibi odasında yerde resim yapıyordu.
Kendi kendine:
-“resim yapıyorum baba…”dedi. Ve konuşmayı sürdürdü,
-“sen ne yapıyorsun baba?…” Kendi kendine konuştuğunun farkında değildi, hiç kırpmadığı gözlerini tavana dikmişti. Peşinden gelen cümle boğazındaki düğümlere takılmıştı.
“Hayal kuruyorum oğlum” diyecekti, diyemedi…
Hayal görüyordu oysa.
Gözlerindeki yaşlara aldırmadan tavana bakmayı sürdürdü.
Duvarları aştı, gökyüzünü geçerek samanın derinliklerine ulaştı. Bilinmezliğin ötesinde tanrının huzurundaydı sanki.
İki çift lafı vardı söyleyecek elini havaya kaldırıp tam ağzını açacaktı ki, evladının silüetini gördü. Paytak adımlarla ellerini havaya kaldırmış
-baba geeel” diyerek ona doğru koşuyordu. Sustu…
Evladı giderse ne yapacaktı ki…
Sımsıkı sarıldı o hayale.
Babam dedi, canım babam dedi, aslan oğlum benim dedi. Gururla etrafına baktı, işte bu yakışıklı benim oğlum demek istedi. Haykırmak istedi tüm dünyaya…
Çalan cep telefonu sesi ile koptu bu hayallerinden. Oysa orada kalmak isterdi. Kolu ile gözyaşlarını kimin aradığını görebilmek için sildi. Telefonda
“DOKTOR METİN BAYIR” yazıyordu!
Yerinden doğruldu, kendine gelmesi, birkaç saniye sürmüş amma velakin “alo” diyebilmesi daha uzun olmuştu. Telefondaki sesi birkaç defa alo dedikten sonra cevaplayabilmişti.
-“Emin bey, önemli gelişmeler var acilen hastaneye gelmeniz mümkün mü?”
-“tabii hemen geliyorum, ama gelişme nedir?”
-“telefonda olmaz! Bekliyorum” diyerek kapattı. Emin elinde telefon evladının yerden kalkarak koşan hayalinin ardından ok gibi kapıya fırladı. O esnada ablasına karısına bakması için işaret etti. Nevin doktorun verdiği sakinleştiricilerden ötürü olan bitenin pek bir farkında değildi.
Yoldan geçen ilk taksiye kendini attı.
-“Şişli Etfal! Kırmızı ışıklarda gerekirse durma…” dedi. Bir sigara yaktı o esnada, kafasında hiç bir şey canlandırmak istemiyordu. Kendisini en kötüsüne hazırlayarak olanı biteni elinden geldiğince iyi karşılamak istiyordu. Aklından bin bir türlü durum geçti. Hastaneye yakın oturuyorlardı, ama sanki dünyanın öbür ucuna gidiyormuşçasına hissetti.
-“bey abi ama sigara yasak” deyiverdi taksi şöförü. Emin için sigortaların sallandığı bir andı. Bütün bu gerginliğin üzerine ekilen tuz biber gibiydi bu sözler.
-“senin evladın var mı?” dedi taksiciye sigara dumanını ensesine üfleyerek, sinirliydi ve çakmaya hazır bir şimşek gibiydi.
-“olmaz mı abi ellerinden öper yedi aylık bir kızım var.” Dedi, dikiz aynasından ona bakarak.
-“senin?”
-“hastaneye gidiyorum, 3 aydır yoğun bakımda dört yaşındaki oğlum!” dedi. Kendini sıkıyordu, gözleri kan çanağı gibiydi ve ister istemez gözünden dökülen yaşlara hakim olamıyordu. Taksici durumu anlamış sigara içmesine pek ses çıkarmamıştı, kendi ve yolcu camlarını biraz daha aralayarak az daha gaza dokundu.
Dikiz aynasına yapıştırdığı kızının resmine bakarak,
-“Allah yardım etsin bey abi..” dedi.
O dakikadan sonra pek konuşmadılar. Zaten eminin konuşmaya hali yoktu. Hastaneye yakınlaşınca cebinden bir para çıkardı ve ön koltuğa atarak arabadan indi. Koşarak girdi hastane kapısından içeri. Danışmanın yanındaki bariyerden atlayarak doktorun odasına koştu. Ardından bağıran güvenliğe hiç aldırış etmedi.
Gereksiz prosedürler zincirine hiç takılmadı. Üç aydır geldiği hastanede kurallara uymayı seven, nazik biri olduğu için her gün danışma ve güvenlik ile en azından bir günaydın ve iyi günler ile başlayıp biten nezaket sohbetleri yapmayı ihmal etmemişti. Ama ne yazık ki insanların genelinin öküz olduğu, yapılan “nezaket” sohbeti bile olsa ortaya çıkan durum onun umudunu kırmamış ama bayağı yıpratmıştı. Herkesin derdinin kendine ait olduğunun bilincindeydi, belki kendisi de orada çalışsa o insanlar kadar vurdumduymaz olabilirdi. Bir keresinde acilde otururken ayağına bıçak saplanmış bir genç bir arkadaşının kolunda hastaneye gelmişti ve görevli adama önce
-“neyiniz var?” diye soruyordu. Arkadaşı
-“iki as iki papaz var! Ne demek! Neyiniz var görmüyor musunuz? Çocuğun bacağındaki bıçağı!” dediğinde,
-“arkadaşım ben işimi yapıyorum! Bu soruları sormak zorundayım!” diyerek önündeki bilgisayardan solitare’i kapatarak iki kâğıt çıkartıp, bir sıra numarası ile, gençlere uzattı. Siz şurada bekleyin birazdan sıranız gelince sizinle ilgilenecekler diye ilgisiz bir tavırla oyununa geri döndü.
Belki bunun gibi yüzlerce olay yaşanıyordu ama hiçbir insan hayatı robotlaşmış kişilere maruz bırakılmamalı. Burada çalışan personelin özellikle acil birimindekilerin psikolojik eğitim alarak hasta ve hasta yakını psikolojisini iyi tartmaları gerekir. Tamam, senin hastan bir kişi, ama toplamda binlerce kişi…
Herkesin derdi kendine diye merdivenlerden3. Kata kadar gelmişti. Kapıyı tıklatıp hemen içeri girdi, Metin Beyin sekreteri onu görüp gelene kadar o doktorun önündeki koltuğa oturmuştu.
Doktor eli ile sorun yok diyerek sekreterine işaret yaptı.
-“Emin bey, size güzel haberlerim var. Ama beni iyi dinlemeniz gerekiyor”. Diyerek gözlüklerini indirerek önündeki evraklardan
Emin’in gözlerine bakarak konuşmaya devam etti.
BURADA KESİP SENDEN ALTERNATİF SON YAZMANI İSTİYORUM…