Ruhani CV

Hikmet Savatlı - 15 Ekim 2015

Kültür Şoku

Hikmet Savatlı - 15 Ekim 2015

Madrid

Hikmet Savatlı - 15 Ekim 2015

Yorgunluğun adını gezmek koymuşlar oğlum derdi ananem. Biz de sevgilim ile beraber keyifli yorgunluklar yaşamak ve beş yıl önceki Barcelona seyahatimizden damağımızda kalan tapasların tadına bir kere daha bakmak üzere Madrid’in yolunu tuttuk.

Yazılarımı okuyanlar biriler, iki yaşında ki oğlumuzdan ve bebek/çocuk ile seyahat etmenin zorluklarını ara sıra yazarım. Bu arada Rodos gezisi notlarım henüz hazır olmadığından daha yayınlama imkanım olmadı. Orada kanun gözünde bebek olmaktan çıkıp çocuk (toddler) olan Aren Ege ve çocuk ile seyahatte yaşanılan olası sıkıntıları; batının doğuya açılan kapısı Rodos’un güzelliklerini bulacaksın.

Dünyanın çeşitli kentlerinde bulundum ama Madrid’e inerken etrafında bulunan tarlalar ve kırsal kesimi görünce içimden “Yahu biz Mardin’e gelmiş olmayalım?” diye düşündüm. Uçaktan iner inmez pasaport kontrolü yapan polis biraz garibimize gitmiş olsa da hızlı adımlarla pasaport kontrolüne gittik. Sık seyahat eden insanlar olduğumuzdan bu tarz seyahatlerde hızlı çıkışın bize ulaşım konusunda avantaj sağlayacağını da bildiğimizden valizleri almak üzere kontrolden sonra bantların başındaydık. İki valizimiz var tabi ironik bir şekilde biri ilk gelen diğeri son gelendi.

1.Gün

Ortalama her ortamda pişmiş bir tavuk vardır ve onun başına gelmeyenler benim başıma gelir. Bir seyahatte senin valizin hangisi sorusuna “ya son gelendir, ya da hiç gelmeyendir!” diyorsan sen de benim gibi bir tavuksun…

Havaalanı şehir merkezine 13 km. bu suretle otobüs, metro ya da taksiye binecektik. Fiyat ortalamasını alıp üçe beşe bakmazsan taksiye bin derim ben!

Kiraladığımız eve valizlerimizi bırakıp üzerimizi değiştirdikten sonra kendimizi Madrid sokaklarına atıyoruz. Hava t-shirt ile gezmeye müsait ama ne olur ne olmaz yanımdan ayırmadığım sırt çantamda birer yağmurluk bulunduruyoruz.

Amacımız daha önce yaptığımız çalışmalar sonucu şehrin ana arterlerinden gezilecek önemli yerlerini gezerek daha sonra ara sokaklarında kaybolmak. Akıllı telefonlarımıza şehir ile ilgili aplikasyonlardan ulaşım ve dolaşım bilgilerini indirdikten sonra kaybolmak da güzel, hedefe gitmek de güzel. Bu arada kaşif ruhlu olduğumuz ve günde ortalama 15 ile 20 bin adım attığımızdan “adım adım gezmek” tam da bizim yaptığımız iş!

Evimizden yürüyerek Plaza Mayor Meydanından geçerek,  Mercado de San Miguel’e gideceğiz. Burası bizim gibi yemek tutkunları için bulunmaz bir cennet! İspanyanın geleneksel mutfağından japon sushisine kadar birçok lezzetin bulunduğu bir yiyecek pazarı. İşin güzel tarafı, her şey taptaze olarak önünde pişiriliyor, ayaküstü, bulabilirsen bir standda yemeğini yiyor sangria, bira, sake, şarap ne istersen içebiliyorsun. Burada Madrid’de birçok restoranda göreceğin domuz bacakları satılıyor. Hatta hediyelik eşya dükkanlarında magneti bile bulunuyor.

İspanya dediğin zaman aklına nasıl sangria ve paella geliyorsa benim aklıma da Madrid deyince Real  ve Atletico değil artık bu domuz bacağı geliyor. Önce marketin içerisinde bir tur dönüyoruz. Kokluyoruz, bakıyoruz, gözümüze kestiriyoruz. Çeşit çeşit olan sangrialardan klasik ve ev yapımı olandan alıyoruz, hemen yanında turşucu var. Ama bildiğin gibi değil, zeytin, kuru domates, sarma, salamura envai çeşitlerden sevgilim bize bir tabak ayarlıyor. Ön atıştırmayı bu suretle yapıyoruz, daha sonra bir tapascının önüne geliyoruz, burada tadımlık olarak karidesli, alaska pollack balığı ve yengeçli tapas ve patates bravas yiyoruz. Bu arada söylemeliyim ki Madrid dünyanın en büyük ikinci balık pazarına ev sahipliği yapıyor. Orada tadımlık atıştırmalardan sonra kırmızı karides ile karşılaşıyoruz, ki bu ender bulunan bir şey ve boyutuna göre diğerlerinden epeyce pahalı, o hengamenin içerisinde ızgarada ayak üstü bir sürü müşteriye servis verip bir de onu hakkı ile pişirmek gerçekten alkışı hak eden bir durum.  Akabinde birer domuzlu ve bacalao’lu torijjas alarak gezmeye devam ediyoruz. Bir yandan yiyor bir yandan gezerken karnımızın doyduğu ama gözümüzün doymadığı bir noktada son sangrialarımızı içip oradan ayrılmaya karar veriyoruz.

İstikamet Catedral de Almudena, gece ışıkları yanarken inanılmaz haşmetli ve güzel görüntüsü olan bir katedral, hemen yanında Kralın sarayı var. Neden bu kadar karanlık diye düşünürken birden bire saraya yansıtılan ışıklı bir şov olduğunu görüp izlemeye karar veriyoruz. İki aşık el ele oturmuş birazda yorulmuş bir şekilde plaza de oriente meydanının bahçesinden saraya yansıtılan görüntüleri izliyoruz. 12 Ekim İspanyolların ulusal günü, bu yüzden yarın yapılacak olan gösteri için yapılan hazırlıklara denk geldiğimizi fark edince yarın gece buraya gelerek kutlamalara katılmayı programımıza alıyoruz.

Yürümeye devam ediyoruz oradan Gran Via caddesine çıkarken Senato’yu geçip Plaza Espana ve Don Kişot heykeline biraz daha yürüdükten sonra gecenin sonu eve gitmeden San Gines’e uğrayıp Churrios yiyecek ve Sıcak Çikolata içeceğiz.

Bu arada şunu söylemeliyim ki Madrid’de her ara sokak başka bir dünya. Binlerce kafe gecenin geç saatlerine kadar tıklım tıklım dolu. Bir yanda Flamenko, diğer yanda tapaslar ve değişik türlerde gece klüpleri. Kokular bile seni barın içine çekmeye yeter ve artar.  San Gines’e geldiğimizde saat gece 1 e doğruydu, inanılması güç bir şekilde sıra bekleyip sipariş verdikten sonra boşalan bir masaya oturduk. Madridde yapman gereken beş şey içerisinde Churrios yemek varsa burası gelmen gereken ilk yer!

2.Gün

İkinci gün birinci günden kalan yolculuk ve yürüyüş yorgunluğumuza meydan okuyarak El Rastro’ya gidiyoruz. Burası bir nevi bitpazarı; Berlin seyahatimizde çok sevdiğim bir abimizin ısrarlarına rağmen gitmediğimiz bitpazarına burada gitmek istedik. Atina’da da şöyle bir dolanmış çok orijinal şeyler bulmuştuk. Fakat ne yazık ki; burası hiç umduğumuz gibi bir yer değildi! Bitpazarı değil Salı pazarı gibi sıradan bir pazardı. İnanılmaz kalabalık oluşu içinden hızlıca çıkmamızı engellemiş ama başarılı olamamıştı.

Pazar gününü müzeler ile değerlendirmek yapılacak en iyi işti. Bu yüzden bitpazarından sonra Prado, Tyssen-Bornemisza ve Reina Sofia müzelerine gittik ve çok mutlu olduk. Bu müzeler eğer biraz sanata merakın varsa mutlaka gitmen gereken müzeler. İçeride fotoğraf çekmek yasak, ama biz dayanamayıp Guernica’nın önünde bir selfie yaptık. Keşke ülkemizde de böyle güzel müzeler olsa, bu koleksiyonlar gelip buralarda gösterime girse! Ama kim gidecek değil mi? İki elin parmağı kadar müze ismi saymayan insanlar ile çevriliyiz…

Prado müzesinden çıkıp Neptün çeşmesinin olduğu meydanda bir cafeye oturup sanattan sanatçıdan konuşarak sevgilim ile doyurduğumuz ruhlarımıza midelerimizi de ekliyor tapasları bir bir indiriyoruz. Rus salatası, bizdekinden çok farklı bence lezzetli bir yorum, yanında kuşkonmaz tempura söyledik ve yemeğin şampiyonu oldu; alioli ve bravas ikimizin ortak sevdiği lezzet olurken paella idare ederdi!

Yolun sonunda Cibeles Meydanında Palazo de Cybeles’ binasına kocaman “Mülteciler hoş geldiniz” yasını görünce içim bir hoş oldu…

Buradan Atoca Renfe’ye gittik ertesi gün Toledo’ya gideceğiz biletlerimizi alacağız ama esasen tren garı içerisindeki küçük botanik bahçesine hayranlıkla bakakaldık. Bizler bina yapmak için ağaç kesen bir toplumken İspanyollar ağaçları binalar içerisine bahçe yaparak yaşatıyor! İşlerimizi hallettikten sonra bir müddet burada ağaçların içerisinde yürüyoruz. Sonrasında yemek ve yarın için hazırlanmak üzere eve döneceğiz.

3.Gün

Toledo

Madrid’den yarım saat tren yolculuğu ile ispanyanın eski ve şimdiki dini başkenti Toledo’ya geliyoruz. Madrid’den Toledo’ya gitmek isteyenler için aldığın biletlerde trenin nereden kalktığının yazmamasını altını çizerek söylüyorum. Burada İngilizce anlamayan Madridlilerin bize İspanyolca cevap vererek işimizi daha da zorlaştırdığının altını çizeyim! Sora sora gelen yolcu terminalinden gideceğimizi öğrenerek trene canımızı atıyoruz.

Toledo’da bizleri 1926 yılında yapılmış Arap mimarisi ile karışık harika bir tren istasyonu karşılıyor. Buradan eski şehir denen şehir merkezine gidiyoruz.  Şövalyeler şehri tüm haşmeti ile bizi karşılıyor. İnanılması güç gelebilir ama geleceğe dönüş filmlerindeki sahnelerden birini yaşadığımı söylemeliyim. İnsanların kıyafetlerini zamana uydurabilirsen zamanın durmuş olduğu gerçeği ile şehri gezmeni tavsiye ederim. Kilise, Havra, Cami aynı anda faal olarak çalışıyor, sokaklar tertemiz! Şehrin tamamı UNESCO tarafından boşu boşuna dünya mirası listesine alınmamış!

Vaktimiz kısıtlı, saat 3 gibi tren ile tekrar Madrid’e döneceğiz, bu yüzden hızlı adımlar ile Toledo Katedraline gidiyoruz. Yolda Mazapan adı verilen yerel tatlısından yiyoruz, hoşumuza da gidiyor.

Katedral için söylenecek pek çok şey var. Avrupa ve Amerika’da belli başlı katedrallere gittim fakat Toledo katedralini gezerken açık kaldı! Vatikan bile bende böyle bir etki bırakmamıştı. İçinde sanat galerisi olan; heykelleri, freskleri birer sanat eseri gibi olan bir kilise! Ne muazzam bir şey, düşünsene bizde resim bile yasak! Şehirde Roma, Arap ve İspanyol etkilerini, yapılarını ve yerleşim şekillerini görmek çok etkileyiciydi. Castilla bölgesinin başkenti olan Toledo, şövalye fanatiklerinin muhakkak uğraması gereken bir yer!

Trende o kadar güzel uyumuşuz ki nasıl döndüğümüz konusunda hiçbir fikrim yok J buradan Puerto del Sol meydanına gidip Madrid’in sembolü ayı heykeli önünde resimlerimizi çekilip Aren Ege Bey için kendimizi alışverişe veriyoruz.

Gece dünyanın saylı Flamenko barlarından olan bir yere yemeğe gideceğiz. Hollywood filmlerinden tanıdığın abi ve ablaların uğrak yeri olan; dünyada çapında flamenko’da meşhur beş ismin ikisinin yetiştiği bir yer. Muazzam bir şov izledik! Sanırım hayatımda içtiğim en güzel Sangriayı içtiğim yer desem yanılmam…

 

4.Gün

Bu gün Madrid’de son günümüz. 1725 yılında açılmış, dünyanın en eski restoranı Botin’e gideceğiz! Guiness Rekorlar kitabı tarafından verilen belgeyi gururla vitrine asmışlar. İçerinin dekorasyonunu değiştirmemeye gayret etmişler. Odun fırınında pişirilen yemekler, güveç ile servis masasına gelip tabaklama önünde yapılıyor. Tabak önüne konduğunda üzerinden çıkan dumanlar, yemeğin koku ve görüntüsü inanılmaz. Sevgilim Mürekkep sosunda kalamar yerken ben Botin usulü mantarlı bonfile yedim (düşündükçe acıkıyorum öyle güzel). Tatlı olarak çilek ve muhallebili karamel soslu taze çilek yedik. Harikaydı…

Yemekten kalkarak editörüm TheBeard için şapka almaya gittik, gel gelelim Allah’ın unuttuğu yerde olan şapkacı siesta saati nedeni ile kapalıydı. Biz de yakınlarda bulunan Santigao Barnebau Stadını gezmeye gittik.

Hiç bu tarz bir deneyim yaşamamış olanlarınıza tavsiye ederim ama bence bu deneyimi Madrid’de değil Barcelona’da yaşamalısın!

Dönüş yolunda şapkamızı da alarak evin yolunu tuttuk. Oradan da ver elini memleket…

Gelelim Madrid hakkındaki düşüncelerime:

Bir başkent olmasından dolayı adım başı bir bakanlığa geliyorsun. Bana göre şehrin kendi ruhu yok gibi, bir yerde kafamı kaldırıp baktığımda kendimi doğu Avrupa’da bir yerde gibi hissederken diğer bir tarafta ise New York Village gibi geldi. Şehrin geneli pek o kadar temiz değil, toplu taşıma iyi işliyor Londra’dan sonra Avrupa’nın en uzun ikinci metro ağı, fakat şehir çok kalabalık. Bugüne kadar gittiğimiz yerlerde anlaşamadığımız insan hiç olmamıştı, tarzanca İspanyolcam akıcı İngilizcemden daha çok iş gördü. İngilizce sorularımıza İspanyolca aldığımız cevaplardan yap boz gibi bir şeyler çıkartmaya çalışıp bir sonuca varmak çok sıkıcıydı.

Madrid’e giderken insanların Barselona olsa gelirdim ama Madrid! demesinin sebebini oraya gidince daha iyi anladım. Kendi düzensizliklerinin içerisinde bir düzen tutturmuşlar ve buna uyum sağlayamadığında kabalaşarak seni hor görmeye başlıyorlar diyen bir arkadaşımız ne kadar da haklıymış…

Ayşın AKYARLI SAVATLI | #mylittletouristguide ‘ya bu harikulade gezi için sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

Hikmet  SAVATLI | The Wisdom| Gourmet de débutant