İlk ve son adım…

Hikmet Savatlı - 3 Nisan 2015

Uçurtmanın Kalbi

Hikmet Savatlı - 3 Nisan 2015

Yüzme

Hikmet Savatlı - 3 Nisan 2015

Bazen bir of çekiyorum. Karşıki dağlar sallanıyor, derdim bana koşar adım geri geliyor! Evrenin derinliklerine sesleniyorum
-“kimse var mııııııııı?” derinlerden bir cevap geliyor (burada yokuz s**tir giiiit)
-“kimse var mıııııı?” ve anlıyorum ki bu koskoca evrende bir ben ve yanımda dostum yalnızlığım var.

Sallıyorum külliyesini, Rabbini, Muhammedini, kitabını, gelmişini geçmişini ve karşıki dağlar bana geri geliyor. Baktığım bu gökyüzü ve dahi beni sarıp içine alan gök kubbe! Senin Allahlın var mı?
Nedir şu insan evladına Allah korkusu veren? Yazgısı mı? İçindeki o tükenip bitmeyen yalnızlık hissinden kurtulma isteği mi? Nedir?

Kim bilir bunu? Kimseler bilemez! Bilemediği gibi, kulağına üflerler insanın! Öyle büyük numaralar var ki aslan olsan kediye boğulur, balık olsan suda yüzemez olursun. Rakı şişesinde balık olmak var dı dersin lakin meret dost ile güzeldir. Yalnız başına rakıya derdini koyar içersin. Kendini meze yapar içersin. Durmadan yer bitirirsin kendini. Kendini kendinle ıssız adadaki yamyam gibi beslersin.

Sonuç mu?

Yok olmaya, bitmeye tükenmeye mahkumsun. Hayatın sana ördüğü ufacık benliğinle çizdiğin, etrafına ördüğün keskin duygu telleri içinde yalnızlığınla bir başına oturmaya!
Bir müddet sonra geçecek ta ki kendi çizdiğin o kafes daha da küçülüp seni içinde bir konserveye çevirince anlayacaksın.
Bir yukarı bakacaksın! Bir etrafına bakacaksın! Ve tekrardan ona sığınacaksın!

Diyeceksin ki;

-“Allahlım öyle büyük bir taş yarat ki ben başımı vura vura kendimi paralayayım!”

İskelenin deniz kıyısına bu duygular ile oturmuş ayaklarımı denize sarkıtmıştım. Hafif nemli altı yosunlu tahtalardan, derme çatma yapılan bir iskelede. Günün bana göre en güzel saatleriydi. Güneş ufukta küçük bir nokta gibi görünürken bir tarafım gece bir tarafım gündüz. Geceden kalma yıldızlarla yeni gelen bulutları görebilmek. Sabah serinliğinde denizin o mis gibi kokusunu içine çekmek. Balıklar bile uyanmadan o güzel anı kimse ile paylaşmadan yaşayabilmek…

Çarşaf gibi deniz boylu boyunca önümde uzanırken hayaller mi kurmalıydım? Üzerimdeki eşyaları birer birer çıkararak katladım taa ki boxer ile kalıncaya kadar. Sabah ayazı öyle serttir ki kayalar bile dayanamaz, kayaların denize bakan tarafları bu yüzden aşınmış değil midir? Bütün elbiselerini çıkarttıktan sonra artık bir daha giymek zor gelebilirdi. Attım kendimi denizin kollarına. Çivi gibi soğuk denir ya o misal buzdan öteydi. Yüzersem ısınırım diye düşünerek kapalı gözlerle olağanca seri bir şekilde hızlı yüzdüm bir müddet sonra baş gösteren yorgunluk ve yanma hissi ile durdum. Hala soğuk ama yine de güzel. Gözlerimi açmadan sırt üstü kimsesiz bir kütük gibi denizin üzerine uzandım. Suyun içindeki kulaklarım denizin eşsiz seslerini kulağıma fısıldıyordu. Belki bir yerlerde bir ahtapot yeni yeni uyanıp kayalıkların altından, sabah kahvaltısı için sinsice çıkıyordu ve ya bir denizatı erkeğinin doğum çığlığıydı bu kulağıma gelen. Ben ve deniz bir bütün gibiydik o an. Gözümü açtığımda doğanın tüm güzel renklerini görebiliyordum. Karanlıktan aydınlığa geçişin bütün renkleri. Pembe, mavi, lacivert, çok uzaklarda hafif siyah-gri tonlar ve gecenin doğal süsü yıldızlar. Hatta geceden kalma dolunay bile belli belirsiz görünüyordu.

Tekrardan kapattım gözlerimi. Mavinin koynunda, kendimi Poseidon olarak hayal ettim. Elime değen balıklarla konuşuyor, çatal mızrağım denizatlarının çektiği arabam ile çok havalı duruyordum. Her güzel hayalin en kötü tarafı gerçek olmamasıydı. Gözlerimi açtığımda iskeleden bayağı bir kaymış olduğumu ve havanın bulutlanmaya başladığını gördüm. Acele etmeden sakin kulaçlarla iskeleye doğru giderken yavaş yavaş yağmur ve küçük dalgalanmalar başlamıştı. Deniz onu terk edeceğimi anlamış, dalgalar ile gidişimi engellemek istercesine çalkalanmaya başlamıştı. Bizi gören gökyüzü halimize ağlıyordu. İskelenin önüne geldikçe ne ben çıkmak istiyordum ne deniz beni bırakmak istiyordu. Hava iyice bulutlanmış gökyüzü kapanmıştı. Ufuktaki bulutlar birbirlerine iyice yaklaşırken gök gürlemeye başlamıştı. Kulakları sağır eden gürültünün ardından denizin ortasına öyle bir yıldırım düştü ki! Adeta bir sayfayı ikiye yırtar gibi. Gece ve gündüzün arasına…

Tüm dertlerime bugün burada son verebilirdim. Kaderime lanet edip var gücüm ile hayatımın karardığı o güne lanet ederek, kendimi iskeleye çektim. Yaklaşık 3 sene önceydi. Arkadaşın arkadaşının kullandığı araba ile arkadaşım olmadan yaptığı trafik kazası benim iki bacağıma mal olmuştu. 3 yıldır bu tekerlekli sandalye benim gölgem gibiydi. O yüzden denizi severim. Bana yürüyebilmenin ne güzel bir duygu olduğunu hatırlatır. Beni özgür kılar.

İşin komiği iki bacağıma mal olan adamın burnu bile kanamadı!

Üç yıldır her gün soruyorum;

-“Neden?” diye ne aldığım cevaplar beni tatmin ediyor nede ben bu duruma ikna oluyorum. Bitmez tükenmez fizik tedaviler! Doktorlar, röntgenler, hasta bakıcılar, hemşireler… Odamın duvarın çekilmiş röntgen ve tomografilerimden büyükçe bir kolajı altına “arkanı dönme Gel de al!” yazarak astım. Üzerine İkea’dan alınma taktırdığım rafa bebekliğimden beri giydiğim tüm ayakkabılarımı koydurdum! Belki bir gün bunlardan birini giyer o posteri yırtar bu odadan koşarak çıkarım diye! Ama olmadı… Zamanla inancım azalmaya başladı. Kollarım güçlendikçe bacaklarımın buzdan birer heykel gibi eridi. Şimdi patatese batırılmış iki kürdan gibi görünüyorum.

Hep gideceğim hayali ile spor salonu üyeliğimi bile iptal etmedim 3 senedir gitmediğim, belki hiç gidemeyeceğim bir yere üyeyim! Hani bazen evde yürürken serçe parmağını sehpaya vurur ve can havli ile havaya sıçrarsın ve gözünden yaşlar gelerek sehpaya söversin ya! İşte ben o acıyı bile özledim…

Şiddetini artıran yağmura rağmen kucağımda elbiselerim ve lanet olasıca gölgem ile evin yolunu tutmuşken. Sebepsiz yere arkamı döndüm. İleride kopan fırtınaya bir kere daha bakmak istedim. Benim gibiydi sanki! Kimsenin bi haber olduğu içimdeki fırtına orada aleni bir şekilde cereyan ederken. Onu benden iyi anlayacak kimse olamaz diye düşündüm…

Fırtınayı bırakmalı ve eve gitmeliydim, benim derdim bana yeterdi. Buraya rahatlamaya gelmişken dertlenip gitmek olmazdı. Hem akşamdan kalmaydım hem de sakat bir kanalizasyon faresi kadar ıslanmıştım. Evime baktım, kumsalın arkasındaki o bahçe içerisindeki evime.

-“işte gençliğim… Nasılda hareketleniyorum atılan ara pasına! Golü kaçırıyorum ama eforum takdirleri topluyor”.
-“bak işte yine bir uzun top! Bu sefer olacak!” derken harika şutum direkte patlıyor…

Cep telefonumu çıkarıyorum yağmurun altında fotoğraf çekip instagrama koymak için. O sırada yıldırımlar düşüyor. İroni işte fırtına poz verir mi? Bana veriyor…

Hayat bana kıs kıs gülüyor, benimle alay edercesine, dalga geçiyor!

Sinirimden ağlayacak gibi oluyorum! Telefonu havaya kaldırıp, senin bana gülen suratını s**kerim, fırtına gibi…” diyorum.
-“Bende iki tokat hakkın var!” diyorum. Telefonu ona doğru atarken!
-“Ayağa kalkabilsem, iki tokat patlatacağım!” dedikten sonra ellerimi sandalyenin kolçaklarına koyuyorum. Sandalye üzerinde doğrulmam saniyeler alıyor! Kucağımdaki ıslak kıyafetlerin yere düşmesi yavaş çekim bir film sahnesi gibi… tek elimi fırtınaya doğru sallıyor bir yandan da iyice bir sövüyorum! Elimin kayması ile birlikte yere doğru ilerliyorum. Tıpkı o kaza günü gibi o ağır çekimin içerisinde insan düşünecek çok şey buluyor.

Sanki birden yavaş çekimden hızlı çekime alıyor hayatı birileri.
Çok değil üç sene önce bu iskeleyi koşarak geçer denize öyle atlardım. Şimdi, iskelenin ucuna kadar kendi kendimi bu kahrolasıca sandalye ile sürerek getirmek zorundayım. İskelenin ucunda durmak, dikkatlice oraya oturmak ve sandalyeyi kilitlemek zorundayım. Çıkmak daha bir çetrefilli. Hep seninle gelen ayaklarını en sonuna kadar taşımalısın. Tanrının yarattığı modellerde seni taşıyan ayaklarını! Büyüklerin karşısında ayak uzatılmaz dedikleri ayaklarını! Seni yanlış zamanda yanlış yere götüren ayaklarını! Taki o sandalyeye oturana kadar frenlerini çözünceye kadar geçen zamana kadar! Filmi sona sardığında uykuya geçene kadar!

Tuvalete bile kendi kendine gidemediğin bir özgürlük!
Yere düştükten sonra kendime gelmem iki dakikamı aldı. Gözümü açtığımda, burnumdan akan kanlar yağmura karışarak denize akıyordu. Kolumdaki ağrıdan onunda kırıldığını söylemem gerekir.
Doğrulup yosun kokulu iskeleye sandalyemi ters çevirmeye çalışırken Yaşam ile ölüm arasında yaşadığın hayatta iki adım mesafe sonra giderim diyemiyorum…

Tek sağlam elimle o gölgeyi hayatımdan çıkartıyorum. Sandalye denize köpükler çıkararak batarken can havli le burnuma bastırdığım kanlı t-shit’üm ve diğer kıyafetlerimi denize savuruyorum. Eskisi gibi kendi bedenimi çekerek iskeleden denize atlayacağım! Yağmur şiddetinden bir şey kaybetmediği gibi deniz de iyice çalkalanmaya başlamıştı.

Bedenim ağır ve acı dolu. Son bir kere evime bakıyorum… Arkasındaki gökdelenlere aldırış etmeden! Şu hayata bir çivi bile çakamadım! Ne bir şeyin sahibiyim, ne de kendi başıma bir şey yapabiliyorum.

İşte gençliğim… Uzun sarı saçları uçuşarak bana doğru koşuyor. Yüzündeki o mutluluk, 76 model lacivert slip mayosu ile rüzgâr gibi bana doğru yaklaşıyor. Yanımdayken beraber denize atlıyoruz. Kollarımızı olabildiğince açıyoruz. Çene yukarıda, gözler ufukta, bacaklar birleşik, çivi gibi, özgürlüğüne uçan, avına saldırmadan önce göğe yükselen bir albatros gibi, gururla, onurla, kendi saygınlığı ile başı dik bir şekilde. Denize, özgürlüğe, geri gelmemecesine, sonsuzluğa doğru son bir kere atlıyoruz…

SON

Hikmet SAVATLI