
İnsanların yemeklerini telefon kamerasından gördüğü, öğünlerini sanal dünyada seçtiği, emojiler ile jestlerin birbirine karıştığı alelade bir gündü.
Öğlen yemeği için hiç bilmeden girdiğim, kırmızı beyaz ekoseli, yuvarlak tahta masaları olan loş, sempatik ve bir o kadar da İtalya kokan restoranda; gözüm, pencere önündeki çifte takıldı.
Çocuk dışarı bakıyordu, bir ara hesabı istemek için garsonu aradı. Donuk bakışları ile sağ elini kaldırdı ve hesabı istedi. Kız, iki eli ile saçlarını kuşaklarının arkasına atarken gözyaşlarını sildi. Belli ki çok ağlamıştı. Sessiz gözyaşları içinde attığı çığlıkların dışa vurması gibiydi.
Çocuk ayağa kalkarken kız oturduğu yerde ona doğru yaklaştı. Neredeyse dizlerinin üzerindeydi ve adeta beline sarılmış gibiydi. Lütfen der gibi omuzlarından tuttu kızı ve sandalyesine oturttu. Elini göğüs kafesinin içine attı, çıkardığı kalbinden büyük bir kısmını masaya bıraktı. Arkasını dönmeden
-“bu kadarı sana yeter!” Dedi sırada kız, bir eli ile kendi kalbini çocuğun göğsündeki boşluğa koymaya çalışıyor diğer bir taraftan öteki eline aldığı gözü ile gözyaşlarını sürüyordu.
Yürüdü çocuk aldırmadı…
Kapıdan çıkarken duraksadı, döner arkasına bakar sandım ama bakmadı. Kız suratından söktüğü dudağını sırtına fırlattı. Çocuk kapıyı açık bıraktı ve kalabalık sokakta kayboldu.
Bütün bir restoran olduğumuz yere yapışmıştık, kız masada duran kalp parçalarını, yere dökülen gözyaşları ve kelimelerini toparladı. Penceredeki yansımasından kendini kontrol etti. Bizlerle yüz yüze geldi belki. Sonra yüzünü sildi.
Yüzünü öyle bir sildi ki ne ağız, ne burun, ne kaş, ne göz hiç birşey kalmamıştı… açık kapıya doğru yürüdü tam dışarı çıkacakken ayağı sendeledi bir eli ile kapıyı tuttu dışarı çıkacakken arkasını döndüğünde güneş sırtındaki delikten gözümü aldı.
Gözümü açtığımda kız çoktan gitmişti…
Hikmet Savatlı | The Wisdom