
O güne kadar savaş nedir bilmez on yaşındaki halim. Savaşlara dair bildiğimiz ve bize öğretilen tek şey “Onlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık” klişesiydi! İki dünya savaşı yaşamış, yıkılanlar yıkılmadan önceki hallerine dönerken tek dönemeyen nedense hep biz olmuşuz.
Açgözlülük ve kişisel güç hırsından muzdarip ayaklar; iki yüklü nöron elektriğini atacak diye kilometrelerce yürümüş, harap olmuş, telef olmuş…
Türkiye bir savaşa gitmiş, ötekine girmemiş. Girmemiş ama konumu gereği psikolojisinden hayli etkilenmiş. Ben görmedim karne ile ekmek alınır, benzin kuyruğunda beklemek gibi çocuk oyunları oynanırmış. Çok şükür kurtuluş savaşı vermiş bir milletin evlatları o dönem sağ kalmış…
Kendini avutmak ve bir millete bunu prozac gibi yutturmak kolay. Almanya iki savaşa girip çıkmış bu gün dünya yönetiminde söz sahibi, Japonya keza yine aynı konumda. Biz neydik? Ne olduk? Ne olacağız? Yanıt ortada fakat dillendirmek istemiyorum.
Neyse gelelim 90’lara…
Bu güne kadar olan türk toplumunun sosyoekonomik yapısı hakkında bir birifing verecek değilim. Sol, sağ, demir perde, komünizm, sosyalizm, irtica, hacı baba, soğuk savaş gibi belirli kelimeler kullanmayarak çocuk psikolojisinde savaşın günümüze yansımasını anlatacağım.
Üretici olan çiftçiyi gözleri ile yemeden önceki yıllardı. CIA’de eğitim gören (gizli bilgi değil aleni), Hüseyin adında bir bıyıklı Kuveyt denen küçücük bir ülkeyi kendi ülkesinin topraklarına katmak üzere harekete geçti. Sekiz sene İran ile yaptığı savaş kesmemiş olacak ki rahmetli yine kritik dengeleri kaşımak istiyordu.
O zamanlar her şey bana çocuk oyunu gibi geliyor. Bizim köşk daha yıkılmamış, müştemilat kısmında bir odaya izolasyon yaptırılıp koltuk, yiyecek, gaz maskesi, fener gibi ihtiyaç dahili eşyalar konularak olası bir teyakkuzda oraya gitmemiz gerekiyordu. Sirenleri bile çalışmıştık, hangi alarm ne saldırısı, ne yapılacak vs. tatbikat bile yapmıştık. Tabi bu sırada izolasyon dediysem koli bandı ile kapı ve pencerelerin bantlanması diye eklemeliyim.
Çok şükür ihtiyaç duymadık. O günlerde öğrendik; televizyondan simultane tercümeleri, incirlik üssünün önemini,38. Paraleli, doların yerinde durmayan bir değer olduğunu ve savaşın ne denli kötü bir şey olduğunu.
Annem ve babam çaktırmıyorlardı korkularını, her şey bizim için bir oyundu. Bıyıklı Hüseyin’in elinde iki füze fardı biri Adana’ya öteki İstanbul’a konuşlandırılmış bekliyor. Gibisinden kulaktan dolma saldırı teorileri dinliyorduk. Her olayda olduğu gibi birinin bir tanıdığı savaşa girmişmiş şöyle olmuşmuş mişmişmiş de muşmuşmuş…
Yaşandı bitti, bölgeye yakın olanlar o günlerin sıkıntılarını tam atlatacaktı(k) ki. Bi körfez savaşı daha patladı…
13 sene, her sene bu sene diye yola çıkan çiftçiler/üreticiler o sene bir kere daha yıkıldı(k). Zira güney kapıları kapanan ülkemin, üretim ve tüketim politikası olmadığından ötürü çözümsüzlükler silsilesinin içerisinde bırakıldı(k). Türkiye’nin narenciye ihtiyacının %24’ünü ihracatının %45’ini karşılayan eskilerin dördüncü büyük(!) şehri Adana…
12 sene, daha ne olabilir diyerek kendi kendine kulaktan dolma bilgiler ile ürün gruplarını değiştiren çiftçi/üretici kendini Rus pazarının içinde buldu. “Gocaman ülke, biz mi yiicik bunca narenciyeyi!” ne şamın şekeri ne arabın yüzü diyerek, Novorosisk limanına giden her gemiye “şükür” dediler. Üstünden bir dünya savaşı, iki körfez savaşı, bir Suriye iç savaşı (hala devam) ve en son bir uçak düşmesi olayı yaşayan; kendi haline terk edilmiş Adana!
Ne yapmalı?
Ülke genelinde üretim alanlarında sıcaklık -6 C olurken, ülkenin medyası karda düşen insanlara haber programlarında daha çok yer veriyorsa, ulusal gazetelerde tek bir satır yazı geçmiyorsa, en önemlisi ve daha kötüsü ihracatçı birlikleri şükür rabbim iyiyiz diye tam sayfa ilan veriyorsa…
Adana bitmiş okeye dönüyordur!
Şu haberi izlemeni tavsiye ederim…
https://www.youtube.com/watch?v=j5Vd-1luatM&sns=fb
Hikmet SAVATLI | The Wisdom
Hadi şimdi bu şehrin doğum gününü kutlayalım! 5 Ocak 1922 – 5 Ocak 2016…